Ses, müzik, şarkılar insanlık tarihi boyunca hep bizimle olagelmiş. Bir ormanın içinde, çadırdan çıktığımızda duyduğumuz kuş seslerine hayranlık duyuyoruz. Tek başımıza ya da bir konserde yüzlerce kişiyle birlikte müzik dinlerken, kendimizden geçip hayallere dalabiliyoruz. Yazı yazarken, ders çalışırken arkada sakin bir müzik çalması hoşumuza gidiyor. Filmlerde çalan epik müzikler ile sahnenin heyecanını daha derinden deneyimleyebiliyoruz. Sırf sesi güzel, iyi şarkı söylüyor diye birilerine âşık bile olabiliyoruz. Evrimsel süreç içerisinde çok işimize yaramış olmalı ki, binlerce yıldır bu süreç etkisini arttırarak devam etmiş. Hatta yalnızca biz değil, erkek kuşlar bile dişilerini etkilemek için inanılmaz müzikler yapabiliyorlar. Ses bizim ve doğanın ayrılmaz parçası gibi duruyor. Ama bu yazıyı yazmama, bu düşüncelerin oluşmasına esas temel oluşturan şey, günümüzde duyduğumuz sesler ve müzikler. Etrafımız bitmek tükenmek bilmeyen farklı sesler topluluğu ile sarılmış durumda. Gittiğimiz her mekânda farklı müzikleri duyuyoruz, sokakta kulaklığımız ile müzik dinlemeden yürümüyoruz, kulaklığımız olmadan evden çıkmayı dahi düşünmüyoruz. Sosyal medyada paylaştığımız her fotoğrafın, her videonun arkasına alakalı olsun yâda olmasın müzik ya da şarkı eklemeden paylaşmıyoruz. Her yerde bir ses, bir gürültü arayışı içindeyiz, sanki bir şeylerden kaçmak, bir şeyler duymak istemiyormuş gibi. Peki, kaçtığımız, duymak istemediğimiz şey ne tam olarak. Birbirimizi mi duymak istemiyoruz? Kendimizi mi dinlemek istemiyoruz? Biraz öyle gibi görünüyor bana. ‘Hayat çok hızlı akıp geçiyor’ lafını hemen hemen hepimiz duymuşuzdur. Ama bu zamanda bir farklılık var gibi. Daha önce herkes yalnızca kendi hayatının ve erişiminin olduğu dar bir kitlenin hayatının ne kadar hızlı geçip gittiğini düşünür ve bilirdi. Ama bugün dünyanın öbür ucundaki bir hayattan, o hayatı yaşayan insanın duygularından, düşüncelerinden, deneyimlerden haberdar olurken, hayatın herkes için ne kadar hızlı geçtiğini hep birlikte deneyimliyoruz. Sosyal medya uygulamalarında ardı ardına, birbirinden tamamen alakasız, dünyanın çok farklı yerlerinden, çok farklı hayatlardan o kadar çok veri ile karşılaşıyoruz ki, biri üzerine düşünmek, belki kendi hayatında uygulamak, belki de reddetmek için bile zaman ayırmıyoruz, ayıramıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bir parmak hareketi uzağımızda kaçırmış olabileceğimiz başka bir şey var ve biz hiçbir şey kaçırmak istemiyoruz. Bir şeyleri kaçırıyor olma ihtimali düşüncesi bizi sürekli yiyip bitiriyor. Peki, bu bize nelere mal oluyor acaba. Gerçekten bir şeyleri kaçırıyoruz ama kaçırdığımız şey yakalamaya çalıştığımız şey mi gerçekten. Yoksa daha değerli bazı başka şeyleri, üzerine düşündüğümüzde kaçırmak istemeyeceğimiz şeyleri mi kaçırıyoruz. Kendimizi dinleme ve tanıma şansını kaçırıyor olabilir miyiz? Değer verdiklerimiz daha yakından tanıma şansını kaçırıyor olabilir miyiz? Hayatımızı her yönden sarmış olan seslerin, gürültünün, yankı odalarının içerisinde, farklı fikirler duyma şansını kaçırıyoruz. Tahammül edebilmenin getirebileceklerini, fikir değiştirmenin aslında ne kadar cesurca bir hareket olabileceğinin anlamını kaçırıyoruz. Peki, ne yapmalı. Bence sessizliğe bir şans vermek yararlı olabilir. Tüm seslerden arınmış bir şekilde yalnızca kendiniz üzerine düşünerek. Tüm sessizlik ile hayat üzerine düşünerek. Tüm sessizlik ile güzel bir kitap okuyarak belki, sessizliğin gücünü anlayarak. Sessizlik öyle bir şeydir ki çünkü bazen sesin taşıyabileceğinden çok daha büyük anlamlar barındırabilir. Sevdiğini kaybetmiş birinin yanında konuşmaktansa, sessizce ona sarılmak bana daha iyi bir fikir gibi geliyor. Mutluluğu paylaşmak için, samimi bir gülümseme ve sessizlik içinde sıcak bir sarılma daha doğru geliyor bana. Bu kadar gürültünün, bu kadar sesin olduğu bir hayatta, bazı şeyleri daha iyi anlamak adına sessizliğe bir şans vermek gerekiyordur belki.