Deneme

Ses ve Sessizlik Üzerine

Ses, müzik, şarkılar insanlık tarihi boyunca hep bizimle olagelmiş. Bir ormanın içinde, çadırdan çıktığımızda duyduğumuz kuş seslerine hayranlık duyuyoruz. Tek başımıza ya da bir konserde yüzlerce kişiyle birlikte müzik dinlerken, kendimizden geçip hayallere dalabiliyoruz. Yazı yazarken, ders çalışırken arkada sakin bir müzik çalması hoşumuza gidiyor. Filmlerde çalan epik müzikler ile sahnenin heyecanını daha derinden deneyimleyebiliyoruz. Sırf sesi güzel, iyi şarkı söylüyor diye birilerine âşık bile olabiliyoruz. Evrimsel süreç içerisinde çok işimize yaramış olmalı ki, binlerce yıldır bu süreç etkisini arttırarak devam etmiş. Hatta yalnızca biz değil, erkek kuşlar bile dişilerini etkilemek için inanılmaz müzikler yapabiliyorlar. Ses bizim ve doğanın ayrılmaz parçası gibi duruyor. Ama bu yazıyı yazmama, bu düşüncelerin oluşmasına esas temel oluşturan şey, günümüzde duyduğumuz sesler ve müzikler. Etrafımız bitmek tükenmek bilmeyen farklı sesler topluluğu ile sarılmış durumda. Gittiğimiz her mekânda farklı müzikleri duyuyoruz, sokakta kulaklığımız ile müzik dinlemeden yürümüyoruz, kulaklığımız olmadan evden çıkmayı dahi düşünmüyoruz. Sosyal medyada paylaştığımız her fotoğrafın, her videonun arkasına alakalı olsun yâda olmasın müzik ya da şarkı eklemeden paylaşmıyoruz. Her yerde bir ses, bir gürültü arayışı içindeyiz, sanki bir şeylerden kaçmak, bir şeyler duymak istemiyormuş gibi. Peki, kaçtığımız, duymak istemediğimiz şey ne tam olarak. Birbirimizi mi duymak istemiyoruz? Kendimizi mi dinlemek istemiyoruz? Biraz öyle gibi görünüyor bana. ‘Hayat çok hızlı akıp geçiyor’ lafını hemen hemen hepimiz duymuşuzdur. Ama bu zamanda bir farklılık var gibi. Daha önce herkes yalnızca kendi hayatının ve erişiminin olduğu dar bir kitlenin hayatının ne kadar hızlı geçip gittiğini düşünür ve bilirdi. Ama bugün dünyanın öbür ucundaki bir hayattan, o hayatı yaşayan insanın duygularından, düşüncelerinden, deneyimlerden haberdar olurken, hayatın herkes için ne kadar hızlı geçtiğini hep birlikte deneyimliyoruz. Sosyal medya uygulamalarında ardı ardına, birbirinden tamamen alakasız, dünyanın çok farklı yerlerinden, çok farklı hayatlardan o kadar çok veri ile karşılaşıyoruz ki, biri üzerine düşünmek, belki kendi hayatında uygulamak, belki de reddetmek için bile zaman ayırmıyoruz, ayıramıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bir parmak hareketi uzağımızda kaçırmış olabileceğimiz başka bir şey var ve biz hiçbir şey kaçırmak istemiyoruz. Bir şeyleri kaçırıyor olma ihtimali düşüncesi bizi sürekli yiyip bitiriyor. Peki, bu bize nelere mal oluyor acaba. Gerçekten bir şeyleri kaçırıyoruz ama kaçırdığımız şey yakalamaya çalıştığımız şey mi gerçekten. Yoksa daha değerli bazı başka şeyleri, üzerine düşündüğümüzde kaçırmak istemeyeceğimiz şeyleri mi kaçırıyoruz. Kendimizi dinleme ve tanıma şansını kaçırıyor olabilir miyiz? Değer verdiklerimiz daha yakından tanıma şansını kaçırıyor olabilir miyiz? Hayatımızı her yönden sarmış olan seslerin, gürültünün, yankı odalarının içerisinde, farklı fikirler duyma şansını kaçırıyoruz. Tahammül edebilmenin getirebileceklerini, fikir değiştirmenin aslında ne kadar cesurca bir hareket olabileceğinin anlamını kaçırıyoruz. Peki, ne yapmalı. Bence sessizliğe bir şans vermek yararlı olabilir. Tüm seslerden arınmış bir şekilde yalnızca kendiniz üzerine düşünerek. Tüm sessizlik ile hayat üzerine düşünerek. Tüm sessizlik ile güzel bir kitap okuyarak belki, sessizliğin gücünü anlayarak. Sessizlik öyle bir şeydir ki çünkü bazen sesin taşıyabileceğinden çok daha büyük anlamlar barındırabilir. Sevdiğini kaybetmiş birinin yanında konuşmaktansa, sessizce ona sarılmak bana daha iyi bir fikir gibi geliyor. Mutluluğu paylaşmak için, samimi bir gülümseme ve sessizlik içinde sıcak bir sarılma daha doğru geliyor bana. Bu kadar gürültünün, bu kadar sesin olduğu bir hayatta, bazı şeyleri daha iyi anlamak adına sessizliğe bir şans vermek gerekiyordur belki.

 

 

Tembellik Üzerine

Geçenlerde okuduğum bir makalenin sonuçları, beni insanlığın tembelliği üzerine düşünmeye itti. Dünya’nın çeşitli bölgelerinde, hayatları hala daha ilkel yöntemler ile sürdürülen kabileler ile yapılan çalışmanın amacı, bu insanların gün içerisinde vakitlerini ne yaparak harcadığı yönündeydi. Evrimsel kökenlerimize en yakın koşullarda ve imkânlarla hayatını sürdüren bu insanların üzerinde yapılan çalışmalar, kendi üzerimizde düşünceler geliştirmemize yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Çalışmanın en ilginç sonucu, bu insanların günlerinin yaklaşık ¼’ünü hiçbir şey, kelimenin tam anlamı ile hiçbir şey yapmadan geçiriyor olmaları. Evrimsel biyolojinin bize canlılığa dair söylediği en temel şeylerden biri, canlıların davranışları iki temel güdüye dayanır; hayatta kalma ve üreme, yani genlerini bir sonraki nesle aktararak türün devamlılığını sağlama. İlkel kabilelerde yaşayan insanların, avlanma ve toplanma faaliyetini gerçekleştirdikten ve yeterince yiyecek depoladıktan sonra, üreme davranışını gerçekleştirmesi ile birlikte, yaşadığı kültürde ona enerjisini daha fazla harcaması konusunda harekete geçirici başka bir şey kalmıyor. Bu şekilde düşündüğümüzde, bizim bugün tembellik dediğimiz durumun o insanlar için günün çeyreğini kapsayan normal bir davranış olduğunu görmek hiç de şaşırtıcı değil aslında. Bu durum beni günümüzde biyolojik ihtiyaçları ortadan kalkmış olmasına rağmen, inançlar, ideolojiler, düşünceler, felsefeler vasıtası ile hala daha bir şeyler yapmak için enerji harcayan insan üzerine düşünmeye itiyor. İlkel yöntemler ile hayatını sürdüren kabileler ve türümüzün medeniyet dediğimiz şey öncesine ait üyeleri tarafından gayet normal olarak algılanan tembellik, günümüzde neden insanları incitici bir söylem olarak kullanılagelmiş. Bu soru hakkında sanırım bir düşüncem var, o da dilin esnekliği. Anlamları esnetebilme ve hatta yeni anmalar yaratabilme özelliği. Şu yukarıda bahsettiğim iki temel biyolojik güdü vardı hani, hayatta kalma ve üreme. Her bir inanç, her bir ideoloji, her bir felsefe, her bir düşünce bence hala bu iki ilkeyle bağdaşık şekilde hareket ediyor, yalnızca bu bağın dil tarafından biraz genişletilmiş hali ile. Öncelikle şöyle bir temel oluşturmak istiyorum. İnsan, üstün bir örüntü tanıma istemine sahip bir canlı, bu onun için hayatta kalmasının en önemli mekanizmalarından biri. Yerdeki pati izleri, uzun otlar, serinlemiş bir akşamüzeri havası bilgilerini birleştiren bir insan, yakınlarda bir yırtıcının tehlike oluşturabileceğini anlayıp, uzaklaşma davranışında bulunabilir. Mısırlılar, bir nehir ve güneşin hareketleri arasındaki bağlantıdan yola çıkarak, büyük sistemler inşa edebilirler. Bir ışık, bir delik ve karanlık oda arasındaki ilişkiye bakarak, bugünün kamera istemlerine değin uzanan bir ilişkiyi ortaya çıkarabilir. Bu örüntü tanıma sitemi biz insanlarda o kadar üst düzeyde çalışır ki, bazen nedensel olarak aralarında hiçbir bağ olamayacak kadar uzak iki durum hakkında dahi bir örüntü oluşturabilir. Savaşlarda kan dökülmesi, kanın kırmızı olması, gökyüzünde çıplak gözle görülebilen Mars’ın kırmızı olması, Mars’ın savaş tanrıları ve kan ile özdeşleştirilmesi, çok parlak olduğu dönemlerde kan döküleceği gibi. Bu üstün örüntü tanıma kabiliyetimiz, farklı inançlar geliştirmemizin de temelini oluşturuyor olabilir. Her birimiz aynı manzaraya bakarak farklı örüntüler çıkarıyor ve bunun peşinden gidiyoruz gibi duruyor. Bazen bu düşüncelerin arkasından giderek yukarıda bahsettiğim biyolojinin bize söylediği hayatta kal ve üre davranışının tam aksi yönde davranışlarda sergileyebiliyoruz. Din görevlilerine bekâreti emreden Katolik düşünce, ölümü kutsayan şehadet düşüncesi, insanın hayatın anlamsızlığı üzerinden intihar davranışına kadar sürükleyebilen nihilizm düşüncesi. Bunlar ilk bakışta biyolojik güdülerden farklı gibi görünebilirler ancak daha dikkatli bakıldığında bence aynı güdülere sahipler. Tek bir fark ile dil vasıtası ile bu biyolojik güdülerin anlamalarının genişletilmiş halini kullanıyorlar artık. Hayatı boyunca bir fikrin savunuculuğunu yapmış birisi için o fikrin hayatta kalmasını sağladı diyemez miyiz? Yeni bir fikir ortaya koymuş, bir kitap, bir makale, bir sanat eseri, bir film, herhangi bir şey ortaya çıkarmış bir insan için üremiş terimini kullanabilir miyiz acaba? Üremek dediğimiz şey genlerini bir sonraki nesle aktarmak olarak açıklanabilirse, bir yazarın aklındakileri bir kâğıda dökmesi, üremek için spermlerini saçan birine benzetilebilir. Onun zihnindekiler artık o olmasa bile yaşamaya devam edecektir. Anne babamız hayatta olmadığında bile genlerini bizim hala taşıyor olacağımız gibi. O fikri benimseyen insanlar sayesinde de hayatta kalmaya çalışacaktır. Her fikir varlığı korumak ve yayılmaya çalışmak gibi aynı biyolojide var olan hayatta kal ve üre gibi güdüler ile var olma çabası içerisinde gibi görünüyor. Hepsi de zihin ve dilin örüntü tanıma, anlam genişletme ve anlam yaratma gücü sayesinde oluyor. İşte bu bizi bugün tembellik dediğimiz şeyi incitici manada kullandıran ve tembellik yapmamamızı söyleyen şeyin temeli gibi duruyor. Oysaki şuna inanıyorum ki tembellik normaldir, anormal olan insanın farklı anlamlar ve amaçlar uğrunda istikrarlı bir şekilde eylemde bulunmasıdır.

 

 

 

Alperen DOĞAN

2022

Eşitsizlik ve Eşitlik

İnsan, ‘‘iki kulak + iki göz +bir dil +bir kalp + bir akıl=insan’’ gibi basit bir formül olarak gözükmektedir. Tek bir formülü olan insanın içinde ki elemanların öncelik sırasına göre yer değiştirmesiyle çeşitli insan modelleri ile karşılaşmaktayız. Örneğin göz elemanını önceliğe alan insanın hayatında daha çok çevreyi gezerek, dokunarak keşfetmek daha önemlidir. Dil elemanını önceliğe alan daha çok kendisiyle, çevreyle, hayvanlarla konuşmaya önem verir. Kulak elemanını önceliği olan daha çok susmayı ve kendi dünyasını ve başkalarının dünyasını dinlemeye önem verir. Örnekleri peş peşe sıralayabiliriz ama benim asıl bahsetmek istediğim iki insan formülüdür. İlk bahsedeceğim formül, yazılımı başta ki formülden farkı yoktur sadece artı sembolünün yerini eşitsizlik almıştır. Bu formda ki insan tipi kendi ile yaşam arasında ki dengeyi kuramaz. Zaman kavramı onda doğru işlemez. Hayatında hep bir geç kalınmış duygusu içerisinde benliğini büyütmeye ve kendini ‘yapabileceğim bir şey yok’ söz ile avutur. Kendi dimağlarında ki fikirlerin tek doğru olduğuna ve bunu diğer insanlara kabul ettirmeye çalışır. Geleceğe ses olmak gibi niyeti yoktur. Bugünün maddiyatının onu ne kadar mutlu ettiği ile ilgilenir. Her çeşit toprak karışımından yaratılmış bedenini çorak, verimsiz toprak haline getirir. Diğer bahsedeceğim insan modelinde ki formül ise ilk bahsettiğim formülde ki eşitsizlik yerine eşitlik koyulmasıdır. Bu elemanlar arasında ki eşitliğin olduğu insan modelinde, insan insanın kurdudur tezini çürütmektedir. İnsanın insana şifa olduğuna inanır. Bir koltukta iki, üç hatta dört karpuz taşınacağını savunur. Onun gözünde dünya piyasasında gezi turuna çıkan grafikli tabloların bir önemi yoktur. O daha çok gezmektense misafir kabul eden ne olursa olsun kapısı hep açık olan kalp evini önemser. Hayatında geçen her bir saniyenin şükrünü insanlara tebessüm ederek eda eder. Onca yaşanmış olumsuzluklara rağmen ‘Ben ve O’ arasında ki çizgi de durarak kendine has duruşunu sergiler. Yorulmak lafzı onun mizacında yoktur. Evet, iki önemli model tipinden bahsettik. Eşitsizlik formülü, günümüz sanal dünyada eşitlik formülü olandan daha fazladır. Eşitlik formülü ise kendi dünyamızda kapıların ardından sesini duyurmaya çalışıyor. Bu gidiş nereye diyor…

Yazıyı Yaratmak

Görünenin ötesinde bir dünya hayal ediyorum. Yaşadığım çevrenin, ülkenin, coğrafyanın insana yüklediği kasveti ancak bu hayal yıkabiliyor. Bu dünya kendi iç dünyam aslında. Doğrusu, yanlışı, hatası asla bitmeyen ama sürekli değişen ve sürdürülen. Yaşadığım yerde kendime kurduğum dünyanın, yaşadığım yerden daha önemli olduğunu anladım zamanla. Çoğu zaman bunu kendime fısıldayarak huzurun kollarına ruhumu bırakıyorum. Zaman hızla akan bir nehir. Kayıkları akışın tersine zorlamaya ne gerek var. Zaten akış bir yönde. Mühim olan akışı kendimizce yönlendirmekte. Belki de bu yüzden yazıyorum belki de Füsun Akatlı’nın da dediği gibi “Ezici çoğunluğun eski dildeki karşılığı ‘kâhir ekseriyet’ idi. Yani ‘kahredici’ çoğunluk! Kahrolduğum için yazıyorum.” Yazıyorum burada; sadece yazıyorum. “İnsan, geleceğini düzenleyen zamandan daha acelecidir.” diyor Gecikmeye Övgü kitabında. Yetişmem gereken tek nokta kendimim aslında. Geç kalmış kadar hızla yazıyorum. Sonuç olarak geldim, yazıyorum ve gidiyorum buralardan zihnen.

Tanınmayanı Tanımak

 

Bugün daha yakın oldum yoksullukla, yaşıt arabasıyla yol alan amcaları görünce değil. Güvene olan; öze olana bakınca yakınlaştım. En büyük keşfin dahasını arayarak bulabildim yoksulluğu. Mükemmel olmayanı kabullendiğimde, yok olabildiğime olan esinlenmede buldum onu. Fikir yoksulluğu değildi bu, bir varlığın sessizliğinde gizli örtüde yatıyordu anlamı. Bulunmaz ama kaybedilmez bir şeydi yoksulluk. Görünmez sayanların dahi görüp hissettiği zamanda yüzleştim onunla. En beklenmedik anda hissettirdi kendini. Özgür olabilmenin sınırlı yoksulluğuydu tanıştığım. Düşüncelere kilit vurmadan var olan; fakat kendini bir kâğıt kesiği acısı gibi sızlamayla gösteren. Her tanışıklık sancılı bir tecrübe olarak kendini revize ederek geliyor yaşamda. En stresli anlar bu tanışıklıklara yer ve zaman tanıyor. Nietzsche’nin dediği gibi

Bu gibi şeyler ancak en seçkinlerin kulağına ulaşır; her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt’ü duyabilmek.”

Seçkin kimse olmadığımızın en büyük gözükeni bu kadar sancıya anlam aramamızda yatıyor. Anlam bulmaksa Nietzsche’ye göre Zerdüşt’ü kabullenmede yatıyor.

Bir Martı Çığlığında

Bir vehmin ortasında
Düne dair bir hayıflanma ile
Bugüne dair bir belirsizliğin sarkacında
Umut edebiliyor musun nefes almayı?
Belli belirsiz bir anda ;bir martı çığlığında geçmişe dair bir anımsamayla
Üsküdar vapurunu bekleme telaşında
Sabah mahmurluğunda, iskelenin dinginliğine düşen bir vapur düdüğünde
Pür telaş büfeden alınan gazete ve sıcak simit kokusuna karışan deniz esintisinde
Hırçın dalgalı bir denizin ortasına
Buğulu bir camdan bakmak gibi.
Tadını çıkara çıkara kıyıdan güverteye gitmek
Ya da alelacele vapura yetişmek ikileminde..
Bilmem hangi Anadolu rüzgarını
Kekik kokusunu
Eşlik ettirmeye çalışıyorsun yalnızlığına…
Kısa bir zaman diliminde
Dalgalı denizde salınan bir beşik içinde
Güvenli bir limanı hatırlatan kuytu bir köşede
Rayihasına kapılıp gittiğin bir sonbahar
Bulur mu iklimsiz bir esintide?
Olabildiğince sarı, turuncu, kahve ve mürdüm renginde
Ya da aşinamınsın heybende
Taşıdığın hikâye kahramanına
Yoksa sen misin bu hikâyenin kahramanı?
Üsküdar’dan Eminönü’ne açılan tarihi bir yolcukta…
Sirkeci’nin silüeti,Gülhane’nin asaleti, Sultan Ahmet’in heybetinde..
Bir süvarinin toynak sesleri yankılanırken Arnavut kaldırımlarda…
Müptela olduğun bir kitabın kokusunu ararken sahaflarda
Çocuksu bir heyecanla ve ilgiyle
Gezinirken lale erguvan cümbüşünde…
Sahi bu bir umut mu?
Yoksa özlenen bir martı çığlığı mı?
Ya da İstanbul mu?

Fotoğraf alıntı: https://images.app.goo.gl/2BBuRw2MBV9wCxMj7 (03.04.2021)
Durdu AKDEMİR İNCE

Nedir Yahu Bu Sevmek?

Ne de güzel der Celal Sahir Erozan:

“Başımla gönlümü edemedim eş,

Biri yüz yaşında biri yirmi beş.”

Velhasıl, insan bir yaş daha yaşlanırken, dünyadan silinmeye, kalplerden düşmeye, belki gözlerden damla damla olup akmaya bir adım daha atarken düşünüyor.  Madem başımla gönlüm eş değil, madem aralarında uçurum var o halde nedir bu dünya telaşı, zırvalığı. Biliyoruz: O’ndan geldik, O’na gideceğiz. Diğer yandan, öyle ya uçurum olan bir yüreğe nasıl açıklanır beynin yeni, kendince “küçük” yaşı. Evet açıklanmaz, çünkü açıklanamaz. Dünya işçisi olarak ne kadar az yol kat etmiş olsan da 21. yüzyıldasın. “…Bir kelebeği bile intihar ettirebilir.” deniyor bu çağ için, sen ne konuşuyorsun, derler insana. Dolayısıyla, erken büyüyor fakat erken sevemiyorsun. Sevilir mi böyle bir çağda insan? İnsan kalabilmişsen eğer, hemde nasıl seviliyor. Fakat kimse sevemiyor, insan kalmakta mühim arkadaş. Keşke çağa ayak uydurabilen insanlardan olsaydım diyorum şimdi. Ahh! Sevmek zor iş arkadaş! Bilhassa sevilmekte öyle. Seveceksen, adam gibi seveceksin! Bir kediyi, köpeği, sokakta mendil satan yavruyu, belini doğrultamayan yılların emektar hanımını, bir garsonu. Hatta karıncayı. Sakın küçümseyeyim deme, aman ha! Küçümsemeyeceksin!
Sonra tabii sevdiğini, “ömrümü veririm” dediğini, gözlerini kapattığında siması seni bırakmayan sevdanı, eğer maharetliysen tüm kitaplara, defterlere sayfa sayfa işlemek, çizmek istediğin “aşk”ının tebessümünü, dünyaya türkü edip haykırmak istediğin isminin hecelerini… Ne bileyim işte, adam gibi seveceksin. İncitmeden, kırmadan, çirkinleşmeden… İşte o yüzden diyorum ya; adam gibi.
İyi hoşta ya sevilmek?
Nedir yahu bu sevilmek?
Sevilmek hele daha zordur arkadaş. Gerçekten seversin, iliklerine kadar sızlar bedenin de gerçekten sevilir misin acep? Bilinmez ya. Kalbini yüz yaşına getiren bilir mi sevdiğini? Bilmez işte, bilse sızlar mı bedenin, yanar mı canın?
Bir yıl daha ömrümden silinirken geçiyor, yüz yaşında olan gönlümden silinemeyen.

Başıyla gönlü eş olamayanlara…

Çocuk Kitapları Bizlere Ne Anlatır?

“Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın; çünkü bir çocuğun bir yetişkine öğretebileceği her zaman üç şey vardır: Nedensiz yere mutlu olmak, her zaman meşgul olabilecek bir şeyler bulmak ve elde etmek istediği şey için var gücüyle dayatmaktır.”

Paulo Coelho

Gezdiğim kitapçıların raflarında boy boy dizilen, her çocuk yaşa uygun binbir renklerle boyanmış kitapları görünce içim açılırdı. Okumayıp yanı başından geçip gittiğim bu kitaplar, bana bütün bir çocukluk, bütün bir geçmiş zamanı hatırlatırdı. Çocuk kitaplarıyla aramdaki bağ, yalnızca rafların göz alıcılığını seyretmekle kalmıştı. Yetişkin edebiyatı okumalarımın beraberinde getirdiği meraklı bir hisle; bu edebiyatının büyüleyici dünyası ile tanışalı birkaç yıldan fazla olmadı. Çocuk yaşımda okuduğum sınırlı masal, sınırlı kitaplar vardı. Oysa şimdi; çocuk yetişkin olarak nicelerini okuma arzusu, içimde bir şeyleri kamçıladığını fark ettim. Sadece çocuklara değildi; tüm bu yazılıp çizilen, raf raf dizilenler. Yetişkinlere de seslendiği, hatırlattığı bir şeyler vardı. Katherine Rundell, “Neden Çocuk Kitapları Okumalıyız” adlı kitabında şöyle der: “Çocuk kitabı okurken, yeniden bir çocuk gibi okuma şansınız olur; ihtiyari bir fazlalıkmış muamelesi gören hayal gücünüzün henüz törpülenip çekidüzene sokulmadığı, dünyanın muazzam bir yer olduğu, her gün yeni şeyler keşfettiğiniz o eski, çok eski günlere dönme fırsatı bulursunuz.” Evet, söyleyeceklerimin tam anlamıyla özeti mahiyetinde bu söz.

Bir yetişkin gözüyle çocuk kitapları okumanın ne denli farkındalığı olabilir, diye düşünebilirsiniz. Gelin; çocukluğuyla vedalaşamamış, bir yanı hep çocuk kalmış kişilerin üzerinde nasıl bir tesiri var, gözlemleyelim.

Edebiyat; yaşamın izdüşümüdür, şüphesiz. İnsanın yaşamı anlamasına yönelik bir çaba; anlamlandırdığını, sözcüklerle var etmeye dönük estetik bir eylemdir. Dolayısıyla insan yaşamını ve edebiyatı ayrı düşünemeyiz. Kelimelerle düşünür, kavramlarla anlamlandırırız. Çocuklar için yazılmış kitaplar ve yayınları kapsayan çocuk edebiyatı da bu anlamlandırmada yetişkin okurlarına hitap edebildiği özellikleri vardır. En önemlisi, yetişkinlerin iç dünyalarındaki duygu ve düşünce sistemlerine girerek onların ciddi anlamda sorgulamasını sağlar. Duygu dünyalarında yaşam boyu oluşan boşlukları tekrar ele alma ve gözden geçirme fırsatı sunar. Unutmayalım ki çocuktan bahsederken “insan” dan bahsederiz. Çocuk, henüz yetişkin olmamış bir insandır; çocuklardaki “yetişkin” taraf neyse yetişkinlerdeki “çocuk” taraf da odur.

Katherine Rundell’in kitabında belirttiği gibi; ne kadar büyük ve bilgili olursak olalım, çocuk kitapları bizim “bulma” yerimizdir. Geçmişte kaybettiğimizin farkında bile olmadığımız bazı şeyleri bulmamıza yardım eder. Unutuluşları hatırlatır; umutları yeşertir. Ezcümle, çocukluktan önümüze benzersiz bir kapı aralar; bizi besler, büyütür ve genişletir.

“Çoğu yetişkin, okuma sürecinin tek yönlü işlemesi gerektiğini düşünür zira bunun aksi gerileme, olgunlukta geriye gitme olarak görülür. Önce Peter ve Jane denen çift başlı canavarı, ardından Narnia’yı aşıp Patrick Ness ile devam edersiniz… Derken yetişkin edebiyatına geçerek zafer kazanır, sonra da hep orada kalır, bir daha asla geriye dönüp bakmazsınız çünkü geriye bakmak mevki kaybetmek demektir. Ama insan yüreği tren gibi düz bir hatta ilerlemez. Okuma serüveni böyle bir şey değil, en azından benimkisi böyle değildi. Çocuk edebiyatını ıskartaya çıkarırsak, yetişkin gözüyle okuduğumuzda farklı bir simya yakalayacağımız zenginliklerle dolu bir mücevher kutusunu ıskartaya çıkarmış oluruz.”

Çocuk kalmış yetişkinler olarak bir çocuk kitabı okumak; geçmişte yitirdiğimiz hayal dünyasını yeniden canlandırmamızı sağlar. Dünyaya bir çocuk gözüyle yeniden bakabilme fırsatı verir. Çocuklarla aramızdaki empatiyi arttırır. Çocuk gibi düşünebilme olanağı sağlar. Okurken hata yapma hakkı verir ve bunu yaparken yargılamaz. Okuyanı özgür hissettirir, çocuk ruhumuzla el ele gezmemizi sağlar. Çocuk kitabı okumak ruhu tazeler, umudu diri tutar, mutlu hissettirir ve daima sevgi yeşertir.

Küçük Prens, Momo, Küçük Kara Balık, Çizgili Pijamalı Çocuk, Şeker Portakalı, Harry Potter, Matilda ve sayısını arttırabileceğimiz nice çocuk kitapları, günümüzde yalnızca kendi yaş aralığına değil; yetişkinlere de anlattığı güzellikler, çıkarım yaptırdığı dersler ve alt metinler vardır. Bir yetişkin okumalarının yanı sıra çocuk kitaplarıyla okumalarımızı zenginleştirmek; çocuk ruhuyla haz almamıza imkân tanır.

Günümüzde çocuk kitaplarının iyice yıldızının parladığı bir süreçte, içerik ve baskı yönünden daha nitelikli kitaplar okurlarıyla buluşuyor. Yayıncılık dünyasında da son yıllarda edebiyat yayıncılığı yapan yayınevleri çocuklara yönelik alt markaların, çocuk kitapları yayımlama amacıyla kurulan yayınevlerinin sayıları da çoğalmaktadır. Bu da çocuk kitaplarına ve yayıncılığına verilen önemin giderek arttığının bir göstergesidir.

Şaban Sağlık Hoca, bir dergideki yazısında cümlelerini şöyle noktalar: “Yani sağlıklı insan ‘ilk kullanma tarihini hep muhafaza etmekte’dir. Bir anlamda dünya hayatının ‘cenneti’ durumunda da olan çocukluk sayesinde insan, cenneti hep bu dünyaya taşımaktadır. Bu yüzden diyoruz ki büyük insan, her zaman çocuk kalmayı başarandır… Bütün bu söylediklerimize kapı aralayan yegâne alan da ‘çocuk edebiyatı’ dır. Yetişkinlik başa bela. İnsan büyümeye, yaşlanmaya engel olamıyor. Ancak ‘oyun, sanat ve dünyevi arzulardan uzaklaşma’ gibi işlerle uğraşırsa insan ‘çocuk’ kalmayı başarabilir. Yani mesele ‘büyüyünce çocuk olmak’tır; hatta yaş ne olursa olsun hep çocuk kalmaya çalışmaktır.”

Sevgili okur, çocuk kitapları okumanın, çocukluğumuza el uzatmanın iyileştirici tarafını görmen dileğiyle…

Merve Koç.

15.03.2021

Kimsesiz Yalnızlık.

İnsan ilmek ilmek işlenir ölünceye dek. Ölünceye dek koşar, yorulur. Sonra dinlenir tekrar koşar. Tekrar dinlenir, tekrar tekrar ve durur. Sonsuz bir sükuta erer. Bu sükut Yaradanın bir lütfu olsa gerek çeker alır insanı çilelerinden, dertlerinden, tasalarından… Ve tabii sevdiklerinden, sevdiğini düşündüklerinden.
Sükuta ermek için bile koşar bilmeden, yorulur. Alın teri der bazen akıtır damla damla. Yalnız doğmuştur, sükut yalnız onun için vardır. Yalnız onun için.
Çok içlenir insan, çok tasalanır. Keder basar bazen. Öyle birden bire. Durduk yere ha! Düşünür durur:

“Yahu neden?”

“Neden!”

Sığınmak ister bir limana. Yaşlı bir kalp bulur yanında genelde ama yetmez canına. Daha çok içlenir, içlenir durur da birden aklına gelir:

“Ey Rabb’im, sen varsın.”

Evet, çok kalabalıktır yanı yöresi. Durmadan sesler işitir. İşitir ama kimindir bu sesler? Görüntüler görür, lisanlar. Kimdir yahu bu lisanlar?
İşte kalabalıktır yanı, yalnız değildir ama yalnızdır o.
Herkes sesini duyar ama çıkmaz aslında sesi.

Herkes görür onu ama görünmezdir aslında o.

Herkes sever ama kimse sevmez aslında onu.

O öyle biridir. Sapasağlam durur, anlamayı düşünür, bilmeyi, yaşamayı… Sonra yaşamayı, yaşamayı.
Sonra tekrar aklına gelir:

”Ey Rabb’im bana yüz çevrime. Sadece sen varsın yanımda, sen vardın ve biliyorum sen olacaksın.”

İşte ilmek ilmek işlenir insan. Ta ki aradığını buluncaya dek. Aradığı, onun bulmasını isteyendir, onu sükuta götürtendir, ona kendini arzulatandır. Ona merhamet eden, merhamet ettirendir. Onun aradığı O’dur.

İnsan anlar: Yaratılış O’nun için vardır.

Ama insan koşar işte. Sonunu bilerek, O’nu bilerek, Onun olanı bilerek.
Önemli olan koşturana koşmaktır.

Deli! Deli derler insana böyle zamanlarda. Böyle zamanlarda çıkmaza girer kalbi, meydan okur beynine. Bağırmak, haykırmak ister ama duyacak yoktur. Canım dediği, sırtını dayadığı kaya ortadan ikiye yarılır, sanki kalbidir bu yarılan. Ama sürçü lisan olur. Konuşamaz, kızar, bozulur. Bozar, gene konuşamaz. İşte beynine meydan okuyan kalbinde bir çınıltı duyar, sükutun sesidir bu. Sükutun bir sesi vardır ha! O ne güzel sestir. Ne güzel histir.

O ne güzel Rabb’dir.
Kimselerin, O ne güzel kimsesidir.
Yalnız gönüllerin ne güzel sevdası, ne güzel tohumdur.
Kimsesiz yalnızlar dünyada yalnızdır ama asla kimsesiz değildir.
Kimsesiz bırakmayana hamdolsun.

Güven Hissiyatı.

Kime sorsanız. Bu zamanda kimseye güvenilmez. ‘Kendime bile güvenemiyorum’, der durur. Daimî şekilde bu sözleri hem dillerde hem Kalplerde dolandırır durur insanlar. Bilemeyiz. Belki de haklılar değil mi?, diye düşünebilirsiniz. Anlıyorum. Fakat düşününce Allah’tan başka güvence ve garantimiz yoktur. O halde neden insanlara bağlıyoruz her olayı, her olanı. Bizim göremediğimiz onca hakikatı Allah var eder iken. Biz her zaman kendimiz yapıyor, kendimiz vesile oluyor ve ‘kendim’ yaptım diyebiliyoruz. Peki şunu neden unutuyorsunuz? Allah istemese bir adım dahi atamayız. O vakit aklımızda bulundurmalı, biz’e ancak Allah’ın istediği isabet eder. Ne ekseriyeti ne ekalli. Şöyle düşünün; istediğiniz bir şeyi elde etmek için onca çaba sarfedersiniz bir önceki yazımı okudu iseniz anlamışsınızdır. İnsan her istediğini elde edemez. Bu inkar edilemeyen bir Ayet-i Kerimedir. Öyleyse biz neden bizi her şeyimizi en ince teferruatına kadar yaratarak mahlukatın en şereflisi olarak adlandıran Allah’a bağlayamıyoruz kendimizi. Gönül bağımızı Allah’a teslim edemiyoruz. Demek ki bizi bu dünyadan alıkoyan unsurlar engeller var değil mi? Evet dünya da yaşıyoruz. Dünya var ama bu bir geçici rüyadan ibaret unutuyoruz. Burası geçici fani alemin hatalarını, bedelini baki olan Ahiret’e saklıyoruz öyle mi? Ne delilik, der Şair bunu idrak ettiği zaman. Sizde idrak edebilirsiniz. Sadece Gözümüzü (Kalbimizi) açmamız gerek. Kendinize yardımcı olabilecek sadece sizsiniz. Siz idrak etmeden size anlatılsa dahi duymazsınız. ‘Mühürlü Kalp diyor Ayet-i Kerimede demek ki Kalbin Anahtarı var mecazî anlamda. Ve bu yerde anladım ki; insan Allah isterse ancak görebilir. Bir Halifelerin en adaletlisi olan Ömer bin Hattab’ı düşünelim. Yol’u bir Peygamber’i öldüreceği hevasıyla dolup taşmış bir insanla geri döndüğünde kendini Gül bahçesinin ortasında buldu. Yani gittiğimiz yolların sonunu ancak Allah bilebilir. İnsan’a mahsus değil bu. Bu husûsiyet yalnız Allah’ındır. Biz’e düşen pay Allah’ın halk ettiklerine razı olmak. Ancak böyle Allah bizden razı olur. Razı olacağı an bizim onun bize nasip ettiklerine razı olduğumuz an ve onun için yaptığımız her ameldir. Fakat bu bizim haksızlığa kötülüğe boyun eğmemiz gerektirdiği anlamını taşımaz. Aksine insanlar’a yardımda bulunup elinden geldiği kadarınca ihlaslı amel işlemeli anlamına gelir. Nitekim hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Biz sinelerimizi sebepleri halk eden’e bağlamayı bilmeliyiz. Bilmez isek insanların ellerinde harabe olur, sonumuz ziyan olur. 

DUYGU SELİ

Duygu; kelime anlamı bakımından herhangi bir olay veya bir nesnenin, insanın iç dünyasında uyandırdığı bir izlenimdir.

Gün içinde duygularımızla hareket ediyor oluşumuz ne tuhaf değil mi?
Aslında ne kadar da çok duygularımızın esiri olmuşuz farkında olmadan…
Bir nevi ruh halimize yansımış, sevincimizin de hüznümüzün de baş mimarı olmuş; hayatımızın tam merkezinde yer edinmiş pek çok duyguya sahibiz.
Mecazen her halimizi yansıtan bir döngü de denilebilir.
Hani derler ya ‘anlatılmaz yaşanır’ diye? Yaşanmış birçok olayın, hayatımıza girip çıkan insanların içimizde bıraktığı izler vardır. Üzerinden günler, aylar hatta yıllar bile geçmiş olsa o anda hissedilen duygunun ne izahı ne de tarifi yoktur. Unutulması ise pek güç. Mazide kalan  an’ların, affetmesi zor kırgınlıkların izi kalır her daim. Bazen acı bazense tatlı pek tabii.
Zaman su misali akıp gidiyor; günler, aylar, yıllar geçiyor.
Şimdiki benliğimizle geçmişe dönüp baktığımızda ne kadar da çok şey değişmiş, yıllar bizi değiştirmiş, büyümüşüz. Yaşantımıza dair iyi kötü pek çok tecrübe edinmişiz. Dile kolay yaşımız kadar hatıralar biriktirmişiz.
Bazen duyduğumuz bir melodi, bazen de bir söz alır aklımızı uzaklara götürür ya hani; geçmişi sorgular oluruz. Sevinç, hüzün, pişmanlık, acı tatlı, komik anılarımızı hatırlar oluruz; düşüncelere dalar gideriz öylece… Oysaki durup olup biteni düşündüğümüzde pek çok şeyin farkına varırız…
Yaş aldıkça değil de yaşadıkça olgunlaşırız.
Lâkin ne kadar çok yaş da alsak anılar da biriktirmiş olsak duygularımız her daim aynı kalır.
Çünkü benliğimize dair değişmeyen tek soyut kavram duygularımızdır.