Uçmak Zor mu Senin için?

0

Uçuşa yaklaşık sekiz saat var. Yeni işe başladığım ajansımın ilk iş seyahati için yoldayım bu kez, biraz büyüdüm. Girişteki kontrol noktasında acemilik yaşıyorum. Uçuşlara alışkın değilim. Ama bir gün gelecek ve uçuşun tüm ritüellerini ezberlemekten sıkılacağım biliyorum. Uçmaktan sıkılırsam çok işler halletmişimdir demek. Keyfi uçmaları sevmiyorum. Görevliler termosumu, bilgisayarımı tek tek açtırıyor. En çok ikisinden şüpheleniyorlar. Bilgisayarım da termosum da masum çıkıyor. Ben biliyorum zaten onların bu zamana kadar kimseye zararları dokunmadı ki. Bir yazarın bilgisayarı ara sıra yalnızca yazarı mahveder. Termosu da bu mahva yardım ve yataklık yapar. Sıcak suyu içinde sadakatle saklar. Yazar, içine çoğunlukla kahve koyar ama bugün bir değişiklik yapacak melisa çayı aldı. Kendi için almamıştı onu da…

Onun çalıştığı ajansta çalışabilmek için özgeçmişimi epey doldurmuştum. Nihayetinde aynı departmandaki pozisyona seçilmiş, deneme sürecini de başarıyla geçmiştim. Bir gün yine tabi ki iş için telefonda konuşuyorduk. Ses telleri canıma batıyordu çok yorgun ve hastaydı. Aklıma melisa çayı geldi, hafızamın kaçıncı katmanından çıkarttım bilmiyorum. Hemen bir bitki çayı içmelisin bu sesinin hali ne? Mesela melisa çayı iyi gelir, dedim. Profesyonel iş hayatı için nasıl da anaç bir cümle değil mi? Benim sevmelerim biraz böyleydi. Bunun en yüce sevgi olduğuna inanır kendimle gurur duyarım. Nezaketime ayıp olmasın diye kurulmuş bir cümle: “Daha kahvaltı bile yapmadım. Uyanalı beş altı saat oluyor.” Hiiii! İçimden asıl geçenleri söylesem ortalık karışırdı. Yapma böyle dikkat et gibisinden ortalama şeyler ekledim. Öyle bir keramet gösterebilseydim ki aniden yanında olabilseydim. Çay, yumurta, peynir artık ne varsa alelacele bir an önce yemeliydi. Uyanmasından itibaren beş altı saattir aç olması ne demekti? Küçük bir intihar girişimi adeta. Ah başörtümün sırtıma dökülen kumaşı pelerinimmiş gibi uçurmaya yetermiş gibi… Öyle olsaydı ya! Ruhum zaten alışık geceleri göğe yükselir ruhların içinden onun ruhunu arar. Bu ruh seçiminin rüyasını görmekle sınırlanırım. İnanırım gündüz aklım gece ruhum arayabilecekleri yerlerde onu arıyor. Elimde bir tepsi… Karnı doyduktan sonra melisa çayını kaynatırdım sesi iyileşirdi, kendini kısa süre içinde dinlenmiş de hissederdi. Dinlenmek için çok vaktimiz olmuyordu çünkü. Ama benim melisa çayına bugüne kadar pek ihtiyacım olmamıştı onca yoğun mesaiye rağmen onunla konuşunca dinleniyordum nasıl olsa. Her konuşmamızın sonunda bana yeni bir iş kitliyordu ama olsun. Hep böyle diyordum ben de “ama olsun”. Termosumu, bilgisayarımı kimselere kaptırmadan epey yürüdüm boyumun yarısına gelen valizimle. Şimdi sırada sabah uçuşa kadar kendimi saklayabileceğim güvenli bir yer bulmakta. Fakat bunun ilk seçeneği olan lounge dedikleri yerler bir günlük çalışmamın karşılığını istiyordu. Hadi ben para tutma beceriksiziyim ama o geldiğinde ya burayı istemezse diye çıkıyorum oradan biraz düşüneyim istiyorum. Evet bu ilk seyahatin yol arkadaşı olması için onu görevlendirmişler. Ben yeni başladığım için bana yardım edecek, piyasayı tanıtacak. Daha iyi bir seçim olamazdı. Teşekkürler iş dünyası diyorum içimden. O sırada telefonuma bir cevapsız çağrı bırakmış. Haydaa! Onu düşünmekten onu duymamışım. Farklı bir delirme çeşidi oldu bu kez. Ama tutmayın beni, sevineceğim. Geri arıyorum. Bu sırada dışarı çıkmış hava almaya çalışıyorum. Orada kalmama gerek olmadığını söylüyor. İki üç saat sonra gelirmiş. Tavsiyeler veriyor biraz erken geldiğim için kızıyor. Bu anlarda iç sesim neler konuşuyor? (Evde odalara sığamadığımı bilmiyorsun. Erken gelirsem seni erken görürüm sandım çocukça ama öyle. Gideceğimiz şehirle ilgili her şeyi araştırdım. Beğendiğin bilekliğimi taktım. Konuşacağımız konuları planladım. Yolda atıştıracaklarımızı hazırladım. Ben hazırım haydi artık gel.) “Ben bulurum bir çaresini ya” deyip sona yaklaştırıyorum konuşmayı. Kapatıyoruz. Sığınabileceğim bir yer bulmaya tekrar gidiyorum. Dışarı çıktığım için tekrar kontrolden geçmem gerekliymiş. Cahilliğimi neyse ki sadece kendime gösterdim o bunları görse utanırdım. Yine termosum ve bilgisayarım şüpheli bakışları atlatıyor. Bu kez sahiden sığınacak bir yer buluyorum. Üstelik fakirler için diyorum içimden gülüyorum. Benim gibi çok insan var bekleyen ama ben farklıyım diyorum iki kere bekleyeceğim burada. Kendimi aniden mavi gözlü bembeyaz saçlı amcayla çevre kirliliği üzerine bir sohbet yaparken buluyorum. Ona da kahraman termosumun kahvesinden ikram ediyorum almak istemiyor. Kibarca teşekkür ediyor. Kılık kıyafetinden konuşmasından anlıyorum. Kalburüstü bir amcamız. Ama halkın içinden bir sohbetin içinde iç sesim aferin diyor. İç sesim biraz antikapitalist çünkü. Dış sesim hanımefendiliğinden ödün vermeden sohbeti sürdürüyor. Çift bekleyişime iyi geliyor. Kibar amcamızın gitme vakti geliyor. Güzelce vedalaşıyoruz. Ben bilgisayarımdaki görevlere geri dönüyorum. Saatler yazmakla ve okumakla geçiyor. Her saat başında saate bakıyorum. Gülümsüyorum üstelik. Bu geçen saatler bana onu getirecek. Heyecanım, sevincim, korkum ne diyeceğini şaşırıyor. İç sesimde herkes söz hakkı almak istiyor ama saatte epey geçmiş. Şimdi konuşma hakkı yalnızca “merak”ta. Şu sıralar gelmiş olması gerekti diye düşünüyorum. Merak ediyor, arıyorum. Telefonu açmıyor. Saat gece ikiye yaklaşıyor. Tabi ki acaba başına bir şey mi geldi diye düşünüyorum. Bu sırada sığındığım yolcu bekleme salonunun kadın nüfusu aniden bire iniyor. Yani tek başıma her yaştan beylerle aynı salonda beklediğimi fark ediyorum. Aniden korkuyorum o saate kadar aklıma gelmeyen küçük güvenlik önlemimi hatırlıyorum hemen. Yanımda taşıdığım sahte alyansı çıkarıyorum çantamdan, çaktırmadan yüzük parmağıma takıyorum. Küçük çapta acıyorum kendime neyden medet umuyorum hey Allah’ım diyorum. Yani bu kurtlar bana zarar verecek olsa yüzük onların pençelerini mi kanatacak? Aman diyorum belki bir işe yarar da benim haberim olmaz. Sessizce beklemeye devam ediyorum. Korkunç yüzlü ve çok kötü kokan bir adam tam olarak yan sandalyeye oturuyor. Bir sen eksiktin diyorum. Kokusundan midemi bulandırdığı yetmiyor gibi sürekli koltuğu sallıyor. Şalımla burnumu kapatıyorum ama minyon bedenim aşağı yukarı sarsılmaya devam ediyor. Yarım yıl gibi yarım saat geçiyor. Yeteneğim onun gelmeyişine dair onlarca senaryo üretmeye devam ediyor. Kaygımı azaltmak için yazı yazmaya devam ediyorum . Bir cümle yazıyorum bu cümle, bu kendi yazdığım cümle kendi canımı acıtıyor. “Şu an bu yaşadığın sıkıntıyı hiç kimse için yaşamamalıydın, bir filmde bir genç kızı bu halde görseydin eminim ona acırdın” ne öğütledim ben kendime diyorum? Bu konuşan da kimdi? Âşık yanım usandı mı? Yoksa insanın fıtratından getirdiği kendini koruma duygusu âşık yanıma gâlip mi geldi? İç sesin içi yine meclis gibi karışmıştı. Kalktım lavaboya gittim. Biraz kendimi toplayayım istedim. Geldiğinde beni güçlü görsün ve belki güzel. Salona geri döndüğümde dizlerimin oturmaktan epey uyuşmuş olduğunu fark ettim. O da ne? Kokarca bey gitmişti. Bu sevinçle salonu iki kez daha turladım. Tekrar yerime oturdum yazmaya devam ettim. Az önce toparlandım diye sevinirken gözüme o kara boyaları sürerken daha da toparlanacağıma inanmıştım. Şimdi yazdıkça kara boyalar akıyordu. Bu sırada o aradı son metroyu kaçırmış gelecek alternatif yollar arıyormuş. Sen kendini düşün beni düşünme  dedi ben telaşlanınca. Ben gayet iyiyim dedim mağrur tavırla. Kapattık. Senaryolarım daha çok arttı. Allah’ım ne kadar uzun bir saat bu ha geçti ha geldi dedikçe uzuyor. Bunca zamandır beklettiği yetmiyormuş gibi bir de şu saatler. Sayfalarca kızıyorum ona bir sürü ihtimal sıralıyorum. Eee tabi kaçırır benimle burada daha az beklemenin başka kolay kabul gören bahanesi olmazdı. Öfkem arttıkça uykum azalıyordu bu ters orantı işime yarıyordu. Kokarca bey belki geri gelir beni yine korkutabilirdi uyumamam gerekti. Ama onu karalamaya daha fazla dayanamadım belki de sahiden öyledir böyle gelmesi daha zor olacak çünkü diye yazdım deftere. Zoru sever o, dedim hemen sonra. Hakkında daha birçok şey biliyorum. Bildikçe gizli bir gurur yaşıyorum ama bir yandan da dedektifliğim son bulsun gelsin bir an önce o konuşsun istiyorum. Belki kitap okumak ister gelince rahatsız etmeyeyim diye düşünmek bile istemiyorum. Gelip burada uçuşa kadar benimle konuşacak. Hem ne kaldı ki şurada? Uçağın kalkmasına yetişse bari. Yine kızdım. Hemen ekliyorum defterime; geldiğinde, kızgınlığını, kırgınlığını asla belli etmemelisin senin böyle bir hakkın yok. Farkında olmadan dışımdan başımı sallıyorum kendimi onaylarcasına. Sormadan duramıyorum neden yok?

Saat artık üç buçuk. Saatler ilerledikçe olayın dramatikliği gözümde büyüyor. Telefonum çalıyor. Hemen gözlerimi siliyorum, oturuşumu düzeltiyorum. Evet diyorum girişte sol taraftayım falan filan iyice tarif ediyorum tek seferde gelsin lütfen daha fazla gecikmesin. Telefonu kapatıyorum defterime son cümleleri bırakayım istiyorum. Defterime saygıda kusur etmek istemiyorum. Sona yaklaşırken adım sesleri de yaklaşıyor. Yüzümdeki gülümsemeyi planlamıyorum. Ama tarifi zor bir tebessüm oluşuyor yüzümde görmesem de görüyorum. O tebessümün içinde son görmemin üzerinden geçen yirmi altı gün var, burada üç yıllaşan son üç saat var, korkular, meraklar, akan kara boyalar, acabalar, belkiler, kahveler, melisa çayları… Hiç biri olmamış gibi daha yeni gözlerimi silmemişim gibi hoş geldin, diyorum. Aslında o tebessüm hepsini gizlesin ama hepsini de anlatsın istiyorum. Sırtında kocaman çantası elinde orta boy valiz. Her zamanki nazik gülüşüyle selamlıyor beni. Ama bence biraz şaşkın, böyle benim gibi gülümseyen çok kişiyi görmedi bu şaşkınlığı tanıyorum. Yanıma oturuyor. Ne güzel oturuyorsun yanımda yani illa ki bir yerlerde oturacaksın nasılsa ne olur benim yanımda otursan kalsan böyle burada şimdi böyle buradan yüz yıllara uçsak. Omzunu getir. İç ses aldı mikrofonu eline umarım heyecandan dışıma vermem bu sesleri. Kuru bir öksürük tutuyor bir dakika kadar uğraştırıyor beni. İyi olduğumdan emin olunca arkasına yaslanıyor. Benim için endişelendi. İyi ki geldin öksürük teşekkür ederim. Nasıl olduğumu, vaktin nasıl geçtiğini soruyor. Çok iyi olduğumu vaktin güzel geçtiğini böyle zor mekanlara alışık olduğumu söylüyorum. Zor mekanlara alışık olmam dışında biraz yalana battığım doğru. Allah’ım biraz affın gerekiyor. Ona nasıl olduğunu sormayı unutuyorum hemen hazırladığım çayları, kahveleri, sarmaları gösteriyorum. Sarmadan alıyor. Bir şey içmek istemiyor. Gelmeden önce çok içmiş. Melisa çayını da içmek istemiyor. Demek ki dinlenmeye, iyileşmeye artık ihtiyacı kalmamış sesi de iyi geliyor. Ama bu çay sen varsın diye bu çantadaydı, diyemiyor geri yerine koyuyorum. Çantama bakarken gözü elime takılıyor ve şöyle söylüyor. “Yüzüğün çok hoş”. Yüzüne bakıyorum gülümsüyor. Yüzüğü çıkarmayı unutmuş olduğumu o an fark ediyorum.

Çayı çantama koydum mu diye tekrar kontrol ediyorum. Günlerce içiyorum. Bitmiyor, bitsin de istemiyorum. Bir yoksunluğun hatırası bu kez bir çay kalıyor.

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.