Zamanın da bir kokusu vardır. Dolayısıyla duyarsızlaşmamız da bundandır. Hiç yoktan bazen kokusunu takip eder, bazen de kokuya alışmamak adına burun direklerimizi asarız. Fıtrati bir şey midir bilinmez ama bize yapıştırılan İNSAN etiketini de ucuz yansıtırız. “Sanırım etiketini en iyi yansıtabilen DİLENCİLERDİR.” Hiç değilse o/nlar ne kendilerine ne bize ihanet ederler. Mutlak bir varoluşları ve bilmeleri vardır. Kendilerinden, diğer insanları tanır ve bilirler. Bu bilmeleri; onların yoksulluğunun gelecekteki zenginliğine şartıdır. Monoton bir koşuşturma, hizmet etme gereksinimi duymaz ve bunu da gördüğümüz yerde bize kanıtlarlar. Yanlarından geçerken cık cıklarımızdan tutun da Ah’lara Vah’lara kadar tüm serzenişleri tek bakışlarıyla def etmeyi bilecek kadar da zekiler. Şimdi aradaki bunca ayrımı var eden; alnımızda yazılan, her defasında bencilliğimize, yıkımlarımıza gölge yaptığımız kader midir, DİLENCİNİN tembelliği midir, kırılan burun direklerimiz midir? Mutlak bir gerçek vardır ki; Adaletin ilâhi kalemle yazılı olduğudur. Yoksa kendimizi kandırmak bir parmak şıkırtısı. Üstelik Tanrı’dan değil, sopadan korkan yaratılmışlarsak; içinde bulunduğumuz yaşa kadar hiçbir engele rastlamadan gelememişsek, bir yerlerde, bir şeylerde fazla ileri gitmişizdir. Birçok noktada bizi fazla umuda kaptıran biraz da kendimizce belirlediğimiz yargılardır. Reşit olma yasası, evlilik yasası, mal yasası, mülk yasası, seçme yasası… Tüm bunlara erişmeye umut bağlar, ancak çoğu zaman kendi hayatımızın doğru dürüst sahibi olamayız. Peki, yaradılışımızdaki değerler, en güzel, en geniş hâliyle ne zaman karşımıza çıkar… Sanırım, kendimizi tamamen unuttuğumuz, bulmak için debelendikçe debelendiğimiz, pişmanlığın yüzümüze tokat gibi çarptığı anda… Ne ise ne nihayetinde evrenin en aşağı katındayız, tüm bu aşağı olguları yaşamak da kaçınılmaz. Alaca bulaca hayatımızda, bazen Martialis’in taşlamasında yer verdiği Caelius’un başından geçenlere özenir gibi, hatta özenmiş olarak yaşarız. Caelius, öylesine başarır ki hasta görünme sanatını, gerçekten hastalığa tutulur. Biz de öylesine her şeyi bilmiş gibi davranırız ki an gelir neyi bilmediğimizi unutur, unutmuşluğumuzla bir daha gerçekten bir şey bilemeyecek hâle geliriz. Böyle bir ironide sorulacak soru varsa, yapılacak bir şey varsa; var olan bu dünyanın adını değiştirmekle işe başlamaktır… Daha fazla aşağı, aşağılık duygulara kapılmadan, bir parmak şıkırtısıyla düşünebilme evresine geçme vakti geldi de geçiyor…
Dilek Eylem TAŞDEMİR
Fıtratımızdan uzaklaştırıldığımız aşikar…
Ne yazık ki…