Beyaz Bisiklet

0

Ağlama sakın çocuk, ağlama! Korkmayana zarar gelmez, bunu bil. Sevgini hep söyle, saklama. Aklından korkuyu, gözlerinden yaşı sil!
-Ahmet Hamdi Tanpınar

Benim bir hayatım var. Çığlık atabildiğim, ağlayabildiğim, gülebildiğim, denize girebildiğim, gökyüzüne bakabildiğim. Deniz kenarındayım. Dalgalar ayak uçlarıma kadar geliyor ve küçük beyaz köpükler oluşturuyor. Gökyüzünü izlemeye devam ediyorum. Dudağımın kenarında kanayan ve sızlayan yaraya, bacaklarımdaki morluklara, gözlerimdeki yaşlara, tırnak aralarımdaki topraklara aldırmadan.
İşte tam şu an huzurluyum. Göğsüm sıkışsa da kötülükten, çarptırıldığım duvarlardan, pis büyük ellerden uzaktayım. Ayağa kalkıyorum birden. Etrafıma bakıyorum. Neredeyim, ne yapıyorum burada? Evet dün sabah geldim buraya ve oturdum öyle. Ayaklarım çıplak, tabanımsa acıyor. Yarıldı galiba. Olsun umurumda değil. Ben çıktım o evden, kaçtım. Annem üzülür oysa. Üzülür mü? Üzülür. Merak eder beni. Yemek yedim mi, ayakkabım yoktu evden çıkarken, neredeyim, nerde kaldım, nereye gideceğim? Umarım.
Okuldan çıkmıştım, son ders boştu. Eve gittim. Annem bana şimdi yemek hazırlamıştır diye düşünerek. Evin önüne geldiğimde bağırtıları duydum. Babam. Anahtarımla kapıyı itip içeri girdiğim gibi üzerime gelen korkunç bir cüsse ve yanağımda patlayan tokat sesi. Ne korkunç! Ona karşılık vermeyi, ona “Anneme artık vurma, bana vurma! Bizi rahat bırak ve git artık!” diyebilmeyi ne çok isterdim. Diyemedim. Ne korkunç. Sonrasında karnıma ve bacaklarıma inen darbeler. Burnuma dolan kan ve… alkol kokusu. Bir kez daha içimi çektim. Annem ağlıyordu.
“Sen benim kızım değilsin! İstemiyorum seni de sana bakmayı da. Defol evimden!”
Evet bunlar, annemi, evimi, geceleri ağlayarak uyuduğum yatağımı bırakmadan önce duyduğum son cümleler. Cebimde altı yüz lira var. İşten yeni almışım haftalığımı. Çıktım. Hava yeni yeni kararıyor. Eve gelmeden yağmıştı yağmur Ankara sokaklarına. Arnavut kaldırımlı sokakta güzel bir koku var. Ferah.
Terminale gittim, nasıl göründüğüme bakmadım ama sanırım ağlayarak bindim Ankara-Bodrum otobüsüne. Gece akıyor. Otobüs camından siyah bir çarşaf gibi görünüyor. Bacaklarımdan tırmanan bir ürperti duyuyorum en son. Sonra çarşafın içine giriyorum. Hiç yadırgamadan kollarını açıyor bana. Güzel düşler görüyorum. Düşlerim mavi, düşlerim beyaz. Düşlerim Ferda. Ben, Ferda!
İşinden sıkılmış, insan görmeye alışkın muavin Bodrum’a geldiğimizi ve nerede inmek istediğimi soruyor. Ne yaptığının farkında bile değil. Bana yeni bir hayatın kapısını açacak az sonra. Sarılmak istiyorum ona. En çok kendime! Nerede olduğumuzu sorduğumda “Bodrum Değirmendeyiz.” dedi. “Burada inebilirim.” dedim. Tuhaf baktı bana. Ayaklarım sıcak toprağa değdiğinde irkildim. Otobüs arkamdan geçip gitti. Önümdeki manzara paha biçilemez. Yüksek bir tepedeyim. Aşağıda küçük devinimleri görünen mavi ve ışıltılı deniz, bana doğru beyaz evler. Öten böcekler. Küçükken korkardım onlardan. Gülümsüyorum ve gözyaşlarım manzaramı bulanıklaştırıyor. Ah hayır. Ben sildim gözyaşlarımı. Ben özgürüm. Yerdeki papatyayı koparıp denize yürüyebilirim. Papatya toprakta mı özgür, koparırsam özgür olur mu? Hayır. Sen orda kal sevgili beyaz papatya!
Ben yine de denize yürüyorum. İkinci kez deniz görüyorum. Büyülendim. Ayaklarım yine acıdı. Kötü sözler duymuştum o adamdan. Onları söylesem geçer mi ki acısı, sanmam. Ah deniz. Sanki sonu yokmuş gibi görünüyor. Oysa ki biraz ilerde bir kara vardır. Olmalı. Benim hayatımın karası nerde? Ne kadar gitsem görürüm? Denize ulaştığımda göreceğim. İnanıyorum. Gökyüzüne, gökkuşağına, papatyalara, şarkılara, şiirlere, kahkahalara, uçurumlara, kadınlığıma inanıyorum!
Sahildeyim. Koşuyorum. Kumlar ayaklarımdaki yarıklara doldu sanırım. Allah’ım acıyor. Olsun. İşte soğuk sular… Kendimi bıraktım maviye. Kulaklarımda bir uğultu var, işte geçti. Su beni yüzeye ittiğinde gözlerimi açıyorum ve kirpiklerimdeki su damlaları güneşle beraber bir ışık şöleni sunuyor bana. Gülümsüyorum. Gülümsemem, gülmeye döndü ve işte kahkahalar atıyorum. Gözümden yaşlar düşüyorsa bile mühim değil. Deniz de tuzlu ve neticede beni kabul etti. Teşekkür ederim.
Sonra çıktım ve kumlara attım kendimi. İşte o an doldu kumlar tırnaklarıma. Bu yaşadığımın bir belirtisi. Onları da sevdim. Bundan sonra seveceğim üç şey var: Deniz, kahkahalar ve kendim. En çok da kendimi. Bir gün geçirdim. Denize olan hasretimi gecesini gündüzünü izleyerek dindirdim. Büyük yazarların, şairlerin vuslat dedikleri bu muydu? Ah o kadar haklılar ki. Günün doğuşunu izledim, bir köpeğin başını okşadım, bir kıza gülümsedim. Şu an ölsem arkamda bıraktığım, eksik kalan bir şey yok. Özgürlük eksik değildir, tarihin hiçbir devrinde özgürlük eksik olmamıştır. Özgürlük ya vardır ya da hiç olmamıştır.
Ne yapsam. Kalkıyorum ve üstümdeki kumları silkeliyorum tekrar görüşmek üzere veda ettim onlara. Beyaz evlere yürüyorum. Sokaklarda pembe çiçekler var. Mavi, sarı, yeşil, kırmızı sandalyeler masaların üzerinde. Saat kaç acaba? Ne önemi var. Hayır yok. Küçük ahşap tabelalardan birinin üzerinde “ Kâm Otel.” yazısını okuyorum. Orta yaşlar dediğimiz döneme gelmiş sarışın bir kadın kapı önüne bir kap koyuyor. Yaklaşıyorum. Beni görünce sanırım alışkanlıktan ya da daha önce hiç rast gelmediğim bir insaniyetten gülümsüyor. Gülümsemesi bana da bulaştı. Sonra parlak mavi gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar kayboluyor. Kahverengi gözlerimin içine bakıyor artık mavileri. Bir insanın bana bu kadar yakın olması ürkütüyor. Dağınık ve tuzdan sertleşmiş saçlarıma, okul formama, çıplak ayaklarıma bakıyor. Utandım. Dayanılmaz bir rahatsızlık duyuyorum. Gözlerim şimdi Ankara’daki gibi Arnavut kaldırımlarında.
“Seni buraya kim attı böyle?”. Tekrar gözlerine bakma cesareti buldum.
“Ben, burada yemek yiyebilir miyim?”. Kadının gözlerinde şimdi endişeli bir anlayış var. İç çekerek elini sırtıma koydu. İnce beyaz gömleğimden hemen hissediyorum elinin muhtemel morlukların üzerinde olduğunu. İrkiliyorum ama o korktum sanıyor. “Korkma, hadi gel.” Diyor. Bilmiyor ki ondan daha korkunç şeyler var o anda. Büyük pis eller, bağıran çehreler…
Otelin içinin o kadar sıcak ve içten bir görüntüsü var ki denizdeki tebessüm tekrar gelip yer ediyor suratımda. Kadın benim için bir kapıyı aralıyor. Her detayının ayrı ayrı düşünüldüğü belli, renklerin birbirine uyum sağladığı, bilmediğim bir çiçeğin ve sanırım mum kokusuyla dolu güneş alan genişçe bir salon. Karşıda, şöminenin olduğu duvarda bir resim var. Bir gemi yanıyor sanırım. Denize bakan pencerenin yanında, beyaz bir masaya oturtuyor beni ve yüzündeki sıcak gülümsemeyle son bir bakış atıp yanımdan ayrılıyor. Etrafıma yabancıyım ama alışmaya ve buralı olmaya o kadar hazırım ki. Masada bir fanus ve içinde iki küçük turuncu balık var. Arada bozulan bir yörüngede yüzüyorlar. Şimdi fark ediyorum, arkada çalan bir piyano sesi var. Zamanın tam o anında kalbimin her zerresinde, göğüs kafesimi zorlayan şey nasıl bu kadar çabuk yerleşti. Heyecanlı mıyım?
Kadın elinde bir tepside yiyeceklerle geliyor. Tepsidekileri masaya el çabukluğuyla dizerken bir yandan konuşuyor. Oturuşumu düzeltiyorum.
“Şanslısın. Çok güzel menemen yapmıştım. Aslında bugün otelde hiç müşterim yok ama alışkanlık işte. Şimdi sana çay da dolduracağım. Sevmediğin bir şey varsa söyle. Beğendin mi burayı?”
O kadar kapılmıştım ki durup mavileriyle bakınca bana bir soru yönelttiğini anlayabildim. Yutkunup “Ah, hayır fark etmez benim için. Şey, teşekkür ederim çok güzel görünüyor, çok da güzel kokuyor.” diyebildim. Elini bu sefer çeneme getirdi ve gözlerinin bir an dudağımdaki yaraya kaydığını fark ettim. Çayları doldurduktan karşıma geçti ve kendine has zarafetiyle oturdu. Sonra… sonra iki gündür aç olan karnımı doyurdum. Menemen, anneminkine benziyordu. Annemi düşündükçe lokmalarım boğazımdaki düğüme takılıyor ve iştahımı kaçırıyordu. Oradan kendimi kurtarmış olabilirdim. Peki ya annem? Kim bilir neler duyuyor şu anda.
“O iki paralık kızına sahip çıkamadın.”
“Ne olacaktı senin yetiştirdiğinden hayır mı gelir?”
“Senin o … kızın kocaya kaçtı kocaya!”
“Kalk da bana yemek hazırla bir de senin zırıltını çekemem.”
İşte yine aynı his. Görüşüm bulanıklaşıyor. Elimin tersiyle sildim gözyaşlarımı. Karnım da doymuştu. Kadın hala bana bakıyordu. Ne çok isterdim birilerine içimi dökebilmeyi. Ona güvenebilir miydim? Anneme bile güvenmezken bana bir bardak çay vermiş bu güzel gözlü kadına güvenmek beni insan yapar mıydı? O kadar tecrübesiz kalmışım ki, o kadar saf. Bu kadarı iyi değil. Anneme güvenmemek benim tercihim değildi. O adam bana vururken köşede gözünü kırpmadan izleyen, beni bir malmışım gibi satmaya kalktığında yüzünü yerden kaldıramayan, yaralarımı sararken çıkardığım iniltileri kapı ardında dinleyen kadına güvenmemek benim tercihim değildi.
Kadın iç çekti ve ellerini masanın üzerinde birleştirdi.
“Benim adım Türkan. Bu otel de benim. Bak kızım burada istediğin kadar kalabilirsin. Ama bana anlat. Nerden geliyorsun, üstünün başının,” biraz durakladıktan sonra devam etti. “Yüzünün hali ne böyle. Kaç yaşındasın? Adın ne?” Bu kadar uzun süre gözbebeklerime bakan birini ilk defa görüyordum. İsmi de çok güzeldi. Ben de onu taklit ederek ellerimi birleştirdim. Gerginlikle ellerimi sıkarken buldum sonra kendimi.
“Adım Ferda. On sekiz yaşımdayım. Ben… Ankara’dan geliyorum.”. Gözlerim hala ellerimdeydi. İçimde müthiş bir ağırlık vardı. Sonra aklıma geldi. “Bakın ben. Şey…” Ama nasıl söyleyeceğim konusunda bir fikrim yoktu.
“Korkma söyle. Bir şeyden çekinme.”
“Benim bir işe ihtiyacım var. Nereye gidebilirim?”. Kadın gözlerimin içine baktıktan sonra bir dakika bekle der gibi bir işaret yaptı ve sandalyeden kalktı. İçeriden bir yerlerden tıkırtı sesi duydum ve elinde kıyafetler ve bir çantayla tekrar göründü.
“Bunları giyin. Yan oda müsait. Rahat ol kızım. İş meselesine gelince eğer istersen burada bana yardım et. Artık tek başıma yürütemiyorum hem. Sabahları manava, markete gidersin, otelde yardım edersin. Küçük bir oda da var. Orayı senin için düzenleriz. Ha?”
Dünyada böyle şeyler oluyor muydu? Yoksa ben bir ütopyaya mı düşmüştüm. Adımı bile az önce öğrenen bu kadın benim kötü bir insan olabileceğim ihtimalini hesaba katmıyor muydu. Yoksa hesapsız ve insancıl yaşamlar bazı coğrafyalara mı özgüydü?
Ben ne diyeceğimi bilemeyip öylece kadının yüzüne bakınca kıyafetleri elime tutuşturdu ve beni az önce geldiği odaya yönlendirdi. Kapıyı yine o gözlerinin yanında kırışıklar oluşmasına neden olan gülümsemesiyle kapattı. Elimde uçuk turuncu bir elbise odanın ortasında tekrar gülümsedim. Bu oda da ince bir yerel zevkle döşeliydi. Beyaz demir başlıklı bir yatak, pencereden giren rüzgarda uçuşan beyaz tül perde, yerdeki kilim…
Formalarımı katlayıp bir köşeye koydum ve onları hayatımın sonuna kadar saklayacağıma dair kendime söz verdim. Giyinip çıktığımda masanın toplandığını ve Türkan Hanım’ın beni divanda oturarak beklediğini gördüm. Eliyle ‘gel gel’ işareti yaptı. Uzun siyah saçlarımı kulağımın arkasına yaklaştırıp yanına gittim. Yüzüme baktı. İlk baktığındaki gibi. Yine bana çok yakın. Güneş ikimizin ortasında dışarıdaydı. Elini birden dudağıma yaklaştırınca irkildim.
“O yaralara pansuman gerekir Ferda. Her yaraya pansuman gerekir.”
“Kapanmayan yaralar da vardır. İzi silinmeyecek olanlar.” Yüzüme babacan bir tavırla baktı. Gözlerinin mavisinde yeşil hareler vardı. Kim bilir yaşamının baharında ne kadar güzel bir kadındı. Şimdi de pek bir şey kaybetmemişti.
“Daha çok gençsin. Yaşlılar zaman her şeyin ilacıdır diye boşuna demezler. Kulağına kiraz olsun.” Söylediği komik geldi. Kıkırdadım.
“Kiraz mı?” Çantadan pamuk, oksijenli su gibi şeyler çıkarırken kafasını salladı. “Ya… Evet !” O da gülüyordu. “Haydi bakalım.”
Dudağıma, kollarıma, ayaklarıma pansuman yaptı. Acıdı ama hiç sesimi çıkarmadım. Çünkü aslında fiziksel olarak duyduğum sızılar, ruhumun neşesine oranla çok ufak çok aciz kalıyordu. Birilerinin bana şefkatle ve dikkatle yaklaşması hoşuma gitmişti. İşini bitirince bileğimdeki kesiği gördü. Pansuman yaptıktan sonra onun için de beyaz bir fuları bileğime bağladı. “Evet bak işte gittiler. Emin ol izleri dahi kalmayacak.” Eliyle çenemi tuttu ve naif bir dokunuş bıraktı. Bense büyülenmiş gibiydim. “Teşekkür ederim.” diyebildim.
Dışarıdan sesler geliyordu. İnsan cıvıltıları, bisiklet kornaları, midyeci, esnafın uyanışı…
“Artık bana yardım edebilirsin ha Ferda. Hadi gel benimle. Kapının önündeki sandaletleri de giy.”
Dediğini yaptım ve otelin giriş kapısına tekrar çıktık. Kadının koyduğu kabın içinde süt olduğunu ve sarı tüylü bir kedinin başında olduğunu görüp gülümsedim. Türkan Hanım bana beyaz bir bisiklet gösterdi. Hayır. Aslında bana sadece beyaz bir bisiklet değil, bana özgürlüğü gösterdi. Ona da sarılmak istedim.
“Bak bu senin. Ee bana yardım ederken lazım olacak.” Dolu gözlerle hala aynı yerde baktığımı görünce “Hadi ama. Daha buraları öğrenmen gerek. Merak etme zorlanmayacaksın. Hadi gel, korkma.”
Gülerek bindim bisiklete. Gülerek baktım pembe çiçekli sokağa. Gülerek baktım bileğimdeki beyaz fulara. Gülerek bastım pedala.
En çok kendime. En çok kendime sarılacağım bundan sonra.
》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》《《《《《《《《《《《《《《《《《《《《
Yüzüme vuran nemli rüzgar, önce yüzüme sonra saçlarıma vuruyor. Bir düş içerisindeyim. Turuncu elbiseli, beyaz bisikletli, saçları rüzgarda uçuşan, beyaz fularlı bir kız. Gerçek olamayacak kadar güzel ve uzaktı. Şimdi ise parmak uçlarımda, saç diplerimde, göz bebeklerimde hissediyorum onu, o Ferda’yı. Bu beyaz bisiklet bana bir hayat verebilir, beni bütün deniz kıyılarına ulaştırabilir gibi hissediyorum. İstediğim, arzu ettiğim her yere gidebilirim.
Sonra gözüme çarpan ilk sokağa giriyorum. O sokağı da geçiyorum. Biraz kırık, daha biraz heyecanlı, çokça özgür. Köpekler, kediler, bulutlar, tabelalar geçiyorum. Biraz sonra beyaz evler arkamda kaldı. Ürktüm. Kaybolabilirdim. Geri dönemeyebilirdim ki zaten şu anda bile otele nasıl döneceğimi bilemez hâldeydim. Ama amaç zaten burayı öğrenmek, alışmaksa diye geçirdim içimden biraz daha gidebilirim. Uzun yollardan geçmişim gibi hissediyorum o an. Bacaklarım yorulduğu içindir belki. Toprak ve taşlı yolları da geçiyorum. Burnuma yakından gelen deniz kokusu doluyor tekrar. Bacaklarımın ağrısını duymuyorum. Biraz daha yaklaştığımda yanıldığımı anlıyorum. Sadece denizin tuzlu kokusu değil, bir arabadan gelen yanık kokusu da var. Arabaya on on beş metre uzakta duruyor beyaz bisikletimin pedalları. Uçurumdayım. Rüzgar saçlarımı önüme getiriyor. Gitmeli miyim?
Tereddütle yavaş yavaş yaklaşıyorum gri arabaya. O sırada arabadan bir alev parçası yükseliyor. Gözümün önüne gelen görüntü bir anlık ürkütse de beni durdurmak ya da geri çevirmek yerine hızlanmamı sağlıyor. Biri varsa… ya biri varsa!
Biri var. Ancak uçurumun kenarında nasıl kaza yaptığını nereye çarptığını anlayamıyorum. Etrafta hiçbir şey yok. Arabanın içindeki adama göz gezdiriyorum. İlk bakışta alnının kanadığı ve hava yastıklarının açılmış olduğu dikkatimi çekiyor. Biraz daha bakınca bileğine bir cam parçasının saplanmış olması. Kapı birkaç zorlamadan sonra açılıyor. Emniyet kemeri takılı değil ve mırıldanıyor. Küçük ellerimle bütün gücümü kullanarak çekiyorum onu arabadan ve uzaklaştırıyorum. Tepemizde bir kuş uçuyor. Ellerimle omzunu ve yüzünü sarsıyorum. Alnından akıp kumral sakallarına bulaşan kan beyaz fularıma kırmızısını veriyor. Duraksıyorum. Arabadan bir kez daha çıkan alevler silkeliyor beni. Ne yapıyorum? Evet, yardım getirmeliyim. Onu arabadan biraz daha uzaklaştırıyorum. Sonra alel acele bisiklete binip geldiğim yolları tekrar dönüyorum. Ne ara otele gittim, Türkan Hanım’a olanları anlatıp yardım bulduk bilemiyorum.
Ama şimdi o da otelin renkli salonundaki divanda yatıyor ve Türkan Hanım ona pansuman yapıyor. Sebepsiz bir yakınlık duyuyorum ona karşı. Kendi hâlimden bihaberken ona sahip çıkmak, ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Pansumanını ben yapmak istiyorum. Konuşmak istiyorum. Türkan Hanım işini bitirip kalkıyor ve kim olduğunu soruşturacağını söyleyip çıkıyor. Ben? Orda öylece dikilip kalıyorum. Parmak uçlarımda kanlar var. Onlarla oyalanıyorum ama sonra o uyanıyor. Bütün dikkatimle yaklaşıyorum.
Ela gözleri var. Gözlerinin altı mor, sanırım yorgunluktan. Yüz hatları keskin, dişlerini sıktığında çenesi öne çıkıyor. Kaşlarını çatıyor ama alnındaki yarayı kapatan bandı o an fark ediyor ve ellerini oraya götürüyor. Sonra gözleri beni buluyor. Kocaman gözlerle hiçbir şey söylemeden ona bakan bir kız. Doğruluyor. Ben daha da yaklaşıyorum.
“İyi misin? Sanırım kaza yapmıştın. Ben buldum seni, buraya getirdik. Kimsin sen?”
Hiçbir şey söylememesi parmaklarımı daha çok sıkma isteği getiriyor ama dikkatimi onda sabitlemeyi başarıyorum.
“Ben, bana bir araba çarptı. Arabam nerde?”
“Sanırım tamamen yanmıştır. Seni bulduğumda da yanıyordu.”. Kafasını sallıyor ve ellerini ensesine götürüyor.
“Ensen de mi kanıyor?” deyip bakmak için atılıyorum ama kendini geri çekiyor. Elim havada kalıyor.
“Özür dilerim ben…”. Gözleri önce ellerimde sonra yüzümde ve etrafta geziniyor. İşte tekrar çatıldı kaşları.
“Ayakların kanıyor.” Yattığı yerden doğrulup ani hareketle beni oturtuyor kalktığı yere ve ayaklarıma eğiliyor. Sargılarıma dokunuyor. Dehşet içinde, görüşüm bulanık izliyorum onu. Sorgusuz sualsiz yaptı bunu. Bir erkek dokunuyor yaralarıma. Bu kez bir yara daha açmak için değil. Pansuman için, endişeli. Ya da sadece yardım etmek istiyor. Bu coğrafyaya özgü insaniyetten. Gözlerime endişeyle bakıyor. Elimdeki kanlı beyaz fulara, bileklerimdeki kesiklere ve morluklara da. Şaşkın. Şimdi o dehşet içinde. Kapı açılıyor ama manzaramı izlemeyi kesmek istemiyorum. Türkan Hanım’dır.

Her rüyanın bir sonu vardır. Ya uyanınca ya da uyuduğunuzda sona erer. Dumura uğrarsınız. Gerçek olan rüyaların bittiği yerde kabusların başladığıdır. Ben on sekiz yıl bu gerçeğe inandım. Ama şimdi kapıda soluk soluğa, öfkeli, hiddetli duran babama rağmen rüya görmeye devam ediyorum. Sakallarındaki kanlar tam temizlenmemiş.
Babam üstümüze yürüyor. Oysa , beni hiç tanımadığı hâlde önüme geçiyor. Ela gözleri o an alevler saçıyor belki de. Arabadan çıkan alevler gözümün önünde. Babamınsa yüzüne o tiksinir, kibirli havası yapıştı. Kaşlarını kaldırarak soruyor.
“Kimsin sen yeni yetme?”
“Önündeki duvar.” Ve hızına yetişemediğim bir yumruk. O elinde sargı vardı. Elini sallıyor ve geriye sendelemiş ve zaten sarhoş babama hırsla bakıyor. Babam bir şey yapmak için uğraşmıyor. Gözleri beni buluyor. Baştan aşağı süzüyor, her zerremde midemi bulandıran bakışlarını dolandırıyor. Hiçbir şey söylemiyor, sormuyor. “Neden buradasın, hadi gel eve gidelim, annen seni merak etti, bu adam kim?” Hiç. Hiçbir şey yok. Son bir kez bakıyor. İşaret parmağını tehditkâr kaldırıyor ama sonra yüzünde istemediği bir şeyden kurtulmuş olmanın rahatlığı var. Kapıyı çarpıp çıktı. Arabasının motor sesi. Ve gitti. Bir eşyadan vazgeçercesine vazgeçti benden. Hiç kabullenmemişti, zerre şefkat gösterdiğini, bir kez olsun uyurken üstümü örttüğünü hissetmedim.
Belki de bu yüzden görmedim kendimi. Hayallerimi, gerçeğimi. Kör ettiler beni kendime. Onlara sadık, her denileni yapan bir getir götür makinesi, zamanı gelince evlendirilip gönderilecek bir mal. Kızların ilk aşkları babaları derler. Ya ben? Neden eksiğim. Gözümde tek damla yaş yok. Çarpılan kapıya bakıyorum. Yitip giden çocukluğuma, anneme, aileme, yaralarıma çarpılan kapıya bakıyorum. Bitti. Kimse yok. Çünkü herhangi bir odanın , herhangi bir köşesinde öylece duran, susan bir hayaletten vazgeçmek kimin için neden zor olsun ki? Elbette değil.
Ela gözler hırslı bana bakıyor. Yerdeki kan izlerine, avcuma bastırdığım tırnaklara, titreyişime ve suskunluğuma bakıyor. Alışkınım. Bir ara bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açıyor ama hırsını ve kendini yenemeyip elini ensesine atıyor tekrar. Bakışlarım hâlâ yerde. İçimdeki ezikliği kime nasıl anlatabilirim? Boğazımda sürekli tırmanan yumruyu, sırtımdaki morlukların canımı nasıl yaktığını ve ne kadar çok çığlık atmak istediğimi?
“Bak dava açabiliriz tamam mı? Hakların var, maddi manevi tazminat alabilirsin. Ben avukatım. Hapis cezası alması için elimden geleni yaparım.”
‘Kulağına kiraz olsun.’ Kadar komik geliyor bu cümle. Gülümsüyorum. Vazgeçmiş, temelinden yıkılmış bir kas hareketi bu.
“Öyle mi ne yaparsın mesela? Bana kanundan yasalar mı okursun? Ya da belki bana bir dilekçe yazarsın ha!”. Sesim elimde olmadan yükseliyordu. “Ne biliyorsun sen? Bana burada hariçten gazel okuyorsun. Birkaç dakikalığına, yok sayılmış, şiddet görmüş ve öylece atılmış bir kadın görmek rahatını mı kaçırdı? Yoksa vicdanın mı dürttü seni, ne! Tüm o sessizliğe rağmen kulakların mı tırmalandı? Ne yapabilirsin sen bana, ne yardımından bahsediyorsun ha!”
Daha çok şey söyleyebilirdim. İçimdeki her şeyi dışarıya vurabilirdim. Bana neler yapıldığından ve her defasında nasıl sustuğumdan, yalnızlıktan, hatta bu dünyanın her yerinde hissettiğim benim gibi olan ya da olmayan her kadının hayallerinden bahsedebilirdim. Ama boğazımdaki yumru kendini ele vermiş ve gözlerime ulaşmayı başarmıştı. Gitgide yükselttiğim sesim kulaklarımı çınlatıyordu, ayaklarım acıyordu, gözümdeki yaşlar yüzümü ıslatıyordu. Hıçkırarak yere, duvar dibine çöküp dizlerimi kendime çektim. Yok olmak istiyordum, hiçbir şeyi yaşamamış olmak. Ama başını okşadığım köpeğe, topraktaki papatyaya, denize haksızlık olmaz mıydı?
Avukat da karşımdaki duvara çöktü ve bir dizini tıpkı benim gibi kendine çekti. Başımı kaldırıp baktım ona. Gözleri kızarmıştı. Sahi dokunmuş muydu söylediklerim ona. Ben mi ön yargılıydım. Her erkeğin kalbi taş gibi olmak zorunda değildi ki. Dışardan gelen sarı sokak lambası onun yüzüne vuruyordu. Ela gözleri bu açıdan dayanılmaz bir güzellikle insanın içine işliyordu ama sitemliydi. O gün orda, hiç tanımadığım bir adamın gözlerine baktım dakikalarca. Hem de hiç kaçırmadan. O gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama kendi gözlerindeki ışığı bana yansıttıysa bende gördüğü şeyden memnundum. Dakikalar sonra yüzünde bir tebessüm peyda oldu. Sağ yanağında oluşan, basit bir kas hareketinden ibaret olmayan, dakikalarca güç toplamış, samimi bir tebessüm.
Kapı tekrar açıldı. Yine bakmadık. Ne önemi vardı ki… Türkan Hanım’ın sesi. “Ne oldu size böyle!”
Tebessüm büyüdü. Kahkaha oldu.

Bakışlarında beni anlamak ister halini görüyordum. Tıpkı benim ona karşı duyduğum koruma iç güdüsü onda da varmış gibiydi. Tanıdık hali güven veriyordu bana. Bir erkeğe güvenmek tuhaf geliyordu. Onlarla iletişim kurmak olanaksızdı sanki. Karşıma çıkan her erkek kötü niyetli, kötü bakışlıydı sanki. Oysa onun gözleri arada gözlerime dalıyor, ince ince içime işliyordu. ‘Ben kötü değilim, sana zarar vermek değil seni anlamak, seni kollamak istiyorum, yanında olmak, seninle büyümek, seni büyütmek istiyorum.’ der gibi dalıyordu hatta. Masal gibi. Ya da bunların hepsi benim hayal ürünüm, arzularımdı. Keşke.
Orda o hâlde oturuşumuzun ardından Türkan Hanım “Üşüteceksiniz, hadi bakayım kalkın yerden.” diye azarlayarak kaldırdı bizi. Oysa üşütmezdik. Onun gözlerindeki alevler ikimizi de ısıtmaya yeterdi. Sonra üçümüz masanın etrafında oturur bulduk kendimizi. Ben bitkin, Cihangir yorgun, Türkan Hanım düşünceli. Türkan Hanım söyledi ismini. Dışarı gittiğinde öğrenmiş. O, Türkan Hanım tarafından tanıtıldığında elini uzatıp “ Evet, Cihangir ben.” Dedi. Tereddütle baktım eline. Tereddütle sıktım elini hemen çektim sonra. Nasıl güveniyordum böyle etrafımdaki insanlara. Birazcık görülmek bile herkese inanmama, güvenmeme yetmişti.
Oturduğumuz masadan önce Türkan Hanım kalktı. Onunla yalnız kaldık. Sabaha kadar da cesaret edip de kalkabilen olmadı. Yüreği el veren çıkmadı içimizden. Denize bakan pencerenin önünde güneşin yükselişini izledik. Tıpkı ilk günkü gibi kırmızı bir tan vakti vardı karşımda. Cihangir de huzurlu görünüyordu. Abi mi demeliydim? Hayır. Ona baktığımı anlamasın diye çevirdim başımı. Dalga sesleri doldururken kulağımızı, derin bir nefes aldım.
“Denize bakan pencerelerde oturmadım da demem. Bu güzelliğimi görmedim demem.”
“İlk defa mı izliyorsun?”
“İkinci kez.”. Gözlerinin ağırlığını üzerimde hissediyordum ama çocuksu bir inatla bakmamaya kararlıydım.
“Neden istemedin dava açmayı?”. Sahi neden istemedim. İnadımın kırıldığı noktadaydım. Yüzüne baktım. Turuncu gün ışığında öyle ulaşılmaz görünüyordu ki. Gerçi bana birçok şey zaten ulaşılmaz görünüyordu.
“Bilmiyorum. On sekiz yaşımdayım ama o kadar yorgunum ki. Sanki dünyanın yükünü yüklemişler de kalkamıyorum gibi hissediyorum.”. Aklımdan hiç çıkmayan görüntüler işte tekrar gözümün önündeydi. Anlatmak istiyordum. Haykırmak belki. Sesimi duysun istiyordum.
“Karanlık bazen bitmez. Kızıl güneş görünmez ufukta. Karanlığın içinde çığlıklar vardır, büyük pis eller, saat tıkırtısı vardır. Ama zaman sanki bir halatla bağlanmış gibidir. Tenin gerilir ama gücün yetmez bağırmaya. Yorgun düşersin. Öyle bir hiçliğin içine düşersin ki var olan her şey anlamsız gelir. Şu an toz olsam dersin ne değişir, kimin umurunda olur? Hiç. Yavaş yavaş tüketir seni.”. Gözyaşlarım düşmesin diye kırpmadığım gözkapaklarım acıyor, sesim pürüzlü çıkıyordu.
Dolu gözlerimle baktım gözlerine. Kaşları çatılmıştı ve dehşet içindeydi. Hangisiydi onu dehşete düşüren? Şiddet, tecavüz ya da hepsinden büyük benim boşluğum mu?
Ayağa kalktı. Kollarımı tutup kaldırdı. Tutunmak istedim ona. Yanımda olsun isterdim. Beni onu getirip yatırdığımız divana yatırdı, üzerimi örttü. Sonra köşede duran müzik konsolundan bir şarkı açtı. Gülümsedim.
Öyle bir yerdeyim ki; bir yanım mavi yosun dalgalanır sularda.
Dostum dostum, güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu?
Bu ne çıldırtan denge!
Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe…

》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》《《《《《《《《《《《《《《《《《《《《
Kaç saat uyudum bilmiyorum ama uyandığımda Türkan Hanım kahvaltı hazırlıyordu.
“Günaydın.”
“Günaydın kuzu.”. Gözlerim salonu taradı. Otelin diğer kısımlarına da kulak kabarttım ama hiç ses yoktu.
“Şey, Cihangir nerede?”. Elindeki peçeteliği bırakıp bana anlamını çözemediğim bir bakış atıp içeriye doğru giderken “Gitti.” dedi. Ne demek gitti!
“Ne demek gitti?”
“Sakin ol kuzu. Burada evi varmış. Ben kahvaltıya gel dedim ama biraz dinlenecekmiş.”
Kahvaltı ederken anlamsız bir enerjisizlik içindeydim ve bu hâlim kendi kendimi kızdırıyordu. Aptal gibi hissediyordum. Güvenmeyecektim işte. Her önüme gelene zaten inanmamam bağlanmamam gerekir değil mi? Türkan Hanım’ın sorusu beni düşüncelerimden uzaklaştırdı.
“E söyle bakalım, elinden ne iş gelir senin?”.
“Yani pek bir şey gelmez. Ama ne dersen yaparım.” dedim hemen. Güldü. Haklıydı.
“Tamam peki o zaman. Yarın misafirlerimiz gelmeye başlayacak. Sen de bugün eksiklerimizi al he mi?”. Evet artık bir işim vardı. Sarılabileceğim bir yer, denize bakabileceğim bir pencere, bir bisikletim vardı! Heyecanla odaya gidip üzerimi değiştirdim. Kanlı kıyafetlerle sabahı etmiştim. Türkan Hanım’ın benim için koyduğu elbiselerin arasından beyaz olanı seçtim. Beyaz fularımı tekrar bağladım. Aynaya döndüğümde gördüğüm çehre tanıdık değildi. Güzeldi, beyazlar içindeydi, farkında olmadan gülümsüyordu ve aynaya bakabiliyordu. Dudağımdaki yara hâlâ ordaydı, gözlerimdeki yaşanmışlık, kızarıklık ordaydı. Ama içimde bir şeyler vardı. Hissediyordum. Aşağıdan Türkan Hanım’ın seslenişini duydum. Son kez baktım aynadaki yeni ve güzel yabancıya. Hep orda kalsın istiyordum.
Aşağıya indiğimde kapı önünde Türkan Hanım’la Cihangir’i gördüm. Geldi işte! Beyaz gömleği ve beyaz bisikletiyle hem de. Beni görünce “Günaydın Ferda. Kapının önünde bisikleti görünce senindir diye düşündüm. Bugün manav alışverişini benimle yapar mısın?”
Ve başka bir rüyanın içine girdim onunla. Taşlı, pembe çiçekli sokaklardan, yanımda onunla bir kez daha geçtim. Önümüze çıkan insanların etrafından hızla geçerken kahkahalar atarak. Aman Allah’ım… İçimdeki kıpırdanma, ellerimdeki titreme, yüzümdeki gülümseme, bakışlarım… Sanki bana ait değillermiş gibi. Sanki Ferda’yı Ankara’da bıraktım. İçimden yeni bir Ferda sudur etti. Nasıl karşı koyabilirdim ki? Koskoca avukat adam benimle bisikletle çocuk gibi oradan oraya savrulurken.
“Beni takip et!”. Artık önümden gidiyordu. Pedallarımızı daha hızlı çevirdik. Beyaz evler arkamızda kaldı yine. Toprak patikada ağaçların arasından, muhteşem toprak kokusu eşliğinde geçtik ve… Bir anda çıkıverdiğimiz yer paha biçilemezdi. Başka bir uçurumdaydık. Ama burası diğerlerine benzemiyordu. Bisikletten inip uçuruma yaklaştım. Önümde uzanıp giden deniz sanki kıpırdamıyordu ama dalgaların çarpmasını duyuyordum. Merakla birkaç adım daha attım.
“Dikkat et Ferda.”. Onun sesini bile duyamayacak kadar dumura uğramıştım. Hem korkutacak kadar yüksek ve hırçın ama aynı anda her meraklıyı kucaklayacak bir yerdi burası. Dalgalar aşağıda kayalara vuruyordu. Sevinçle döndüm ona. Beni izliyordu.
“Nereden biliyorsun burayı?”
“Burada büyüdüm ben.” Ona yaklaştım.
“Teşekkür ederim. Herkesle paylaşılacak bir yer değil.”
“Sana borçluyum. Hakkın var üzerimde.”. Ne demek!
Gülümseyip yere oturdum. Bana bakıp gülümsedi o da oturdu. Korkmuyordum. Aksine kendimi iyi hissediyordum. Ellerim titremiyordu ya da kendimi savunmaya hiç ihtiyacım yoktu o an. Gözleri üzerimde gezindi. Saçlarımda, yüzümde, ellerimde.
“Ayakların nasıl?”. Kaşları çatılmıştı. Hissediyor muydu?
“Daha iyi. Artık kanamıyor.”. Artık birçok şey kanamıyor Cihangir.
“Güzel. Gidelim mi?”
Beyaz evlerin tekrar içine girip manava gittik. Türkan Hanım’ın bana verdiği listedekileri alırken o tezgahın dışında beni bekliyordu. Aldıklarım paketlenirken onu izliyordum. Yanına bir köpek geldi. Yüzündeki gevşemeyle okşadı köpeğin başını. Köpek de sırnaştı ona. Sevdi onu belli.
Otele geri döndüğümüzde hava neredeyse kararmak üzereydi. Türkan Hanım yeni misafirleri için hazırlıklarını tamamlamış görünüyordu. Onunla aldıklarımızı yerleştirdik. Çay da yaptık. Normal ve sakin yaşamlı insanların yaptığı gibi. Çayımızı içeri de değil dışarıdaki güzel bahçede içmeye karar verdik. Cihangir zaten dışarıdaydı. Masaların birinde oturmuş aşağıda kalan manzaraya dalmıştı. Geldiğimizi görünce oturuşunu düzeltti. Biz de oturunca, bir şeyler söylemek istediğini belli etmek istercesine kıpırdandı.
“Ben teşekkür ederim size. Yardım ettiğiniz, pansuman yaptığınız için.”. Ah bana yaptığı iyiliğin, insanlığın farkında değil miydi? O adamın önüne geçmiş, beni savunmuş, beni dinlemiş, benimle gün doğumunu seyretmişti. Onun için daha fazlasını da yapabilirdim. Türkan Hanım:
“Olur mu öyle şey hiç? Hem Ferda iyi anlaştı herhâlde seninle. İyi oldu bakın ikinize de. Bana da yoldaş oldunuz fena mı?”

Yine o masada geçirdim en güzel anları. Burası bana verdiği her anı daha güzel yapıp veriyordu. Sonu gelmeyen bir sevinç dalgası. Hiç bitmeyecekmiş gibi. Birlikte çay içmek, sohbet etmek, gülüşmek, bazen öyle bulutlara dalıp gitmek, güneşi uğurlayıp ayı selamlamak. İnsan olmak tüm bunlarla eş tutulmalı, böyle anlara insanlık denmeliydi.
Türkan Hanım uykusu gelince ikimizin de alnından öpüp “İyi geceler kuzular.” Deyip uyumak için çekildi. Onun kendine has bir tarzı ve zarafeti vardı. Yavaş hareketleri, ışıldayan mavi gözleri, ses tonu, samimiyeti, tarzıyla zarif insan tanımına uyan kişiydi. Yalnız kalınca uzun bir süre daha sustuk Cihangirle. İnsanlar susarak da anlaşabilirlermiş. Bağırmadan da. Bazen sadece yan yana oturarak. Ama o şu an hiç rahat değildi. Hiçbir şeyden anlamayan ben bile bunu anlıyorsam gerçekten rahat değildi. Hoşnut değil miydi burada benimle olmaktan? Ani bir hareketle bana döndü.
“Bak ben dünden sonra düşündüm. Sana yardım etmek istiyorum. Sen yorgun olsan da, vazgeçmiş olsan da ben yanında olmak istiyorum. Ben biliyorum Ferda. O morlukların, yaraların nasıl olduğunu. Ben… kapı ardında dinledim o sesleri. Ben kapı ardında yaşadım o karanlığı. Evet, haklısın. Bazen karanlığın sonu gelmez. Hiç gelmeyecekmiş gibi de görünür. Ama her yolun sonu aydınlıktır inan.”. Gözleri dolmaya başladı. Yine de devam etti. “Ama vazgeçme Ferda. Hâlin yok biliyorum. Ama sesin çıktığında, sen susmadığında, sana yapılanın bedelini istediğinde susar saat tıkırtısı. Kendi ayaklarının üzerindeyken akıp gider zaman inan. Gökyüzüne, denize, uçurumlara inandığın kadar inan. Yanında olacağıma yemin ediyorum. Ha?”
Biliyordu demek. Ne diyebilirdim ki. Hiç. Ben de dolu gözlerle bakıyordum ona, bana baktığı gibi. ‘Beni kandırma. Tutunacak tek dalım kalmadı. Zaten hiç olmamıştı. Beni denizi geçince çıkacağımız karaya inandırma.’ der gibi baktım ama. Sesim çıkarsa ne olurdu? Dayak? Taciz? Yaftalama? Hangisi daha çok yakardı içimi, hangisi beni uçurumdan aşağıya atardı? Bana kim ne yapabilirdi daha fazla? Kafamı sallayarak onayladım onu. Tarifsiz bir sevinç ışığı gördüm gözlerinde aynı anda. Güldü. Bir erkek karşınızda dolu gözlerle teşekkür ederek bakıyorsa herhâlde ondan zarar gelemezdi. Annesinin yaralarına dokunmuş bir adam başka hiçbir kadına zarar veremezdi.

Uykuyla uyanıklık arasında o sabahın en tatlı saatlerinde fark ettim salondaki divanda, üzerimde ince bir örtüyle uyuduğumu. Gözlerimi açmamı sağlayansa mırıltılar “Yeter, yeter!” sesleriydi. Gözlerimi açar açmaz anlamadım ama yerde yattığım yere sallanmış kabus görüp sayıklayan Cihangir’i görünce anladım. Yanına çöktüm. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Uyandırdığımda ya kızarsa, ya korkarsa diye dokunamıyordum ama terlemişti ve kırışmış alnıyla sayıklamalarıyla hiç iyi şeyler görüyormuş gibi de görünmüyordu. Omzuna dokundum ama pek hissetmiş görünmüyordu. Panik olup iki elimle yüzümü tutup seslendim. Sıçradı ve beni görünce sanırım önce anlamadı. Tekrar gözlerini kapattı ve birkaç saniye bekledi. Geri geldiğinde uyanmış ama yine de sarsılmış görünüyordu. Ellerim hala yanaklarındaydı, nasıl tuttuysam aniden geri çektim. Mutfaktan sesler geliyordu. Türkan Hanım bir yeşil çam şarkısı dinliyordu. Kalbe Dolan O İlk Bakış.
“ Şey ben Türkan Hanım’a bakayım.” deyip kaçtım oradan. Arkamdan güldüğünü duydum ama yine de bakmadım. Türkan Hanım kahvaltı hazırlıyordu, bir yandan da şarkıya eşlik ediyordu. Ne keyifli kadındı. Hiç havasını bozmadan masaya koyduğu kahvaltılıklardan aldım içeriye götürmek için. Döndüğüm de Cihangir de arkamda mutfakta Türkan Hanım’ı izliyordu. Gülümseyip o da benim gibi masadakilerden alıp içeriye götürdü. Hiç alışkın olmadığım şeyler yapıyordu. Kısa süre sonra hepimiz sofra başında çaylarımızı yudumluyorduk. Türkan Hanım çayından son bir yudum aldıktan sonra bir şey söylemeye hazırlandığını belli etti. Lokmamı yuttum.
“Ferda.”. Bakışlarım zaten onun üzerindeydi. “Buraya neden geldiğini, nasıl geldiğini ne yaşadığını bilmiyorum. Bana anlatırsan seni anlamama yardım etmiş olursun kuzu he? Yanımda olacaksın sonuçta. Siz ikiniz konuşmadan da anlaşabiliyorsunuz ama ben bilmek isterim. Ama eğer istemiyorsan da nasılsa öyle olur.”. Haklıydı. Birilerine koşulsuz güvenmek nedir bilmiyorum ama kolay bir şey değil gibi görünüyor. Elimdeki çatalı bırakıp buraya nasıl geldiğimi, evden nasıl çıktığımı, hepsini anlattım. Karşımdaki kadının gittikçe dolan gözleri işimi zorlaştırsa da anlattım. Cihangirse bana değil denize bakıyordu. Türkan Hanım’ın iç çektiğini duyduğumda morlukların yavaş yavaş geçmeye başladığı elimi ellerinin üzerine koydum.
“Üzülmeyin. Bakın yaralarım, morluklarım geçiyor. Biliyor musunuz? Onlara ilk defa ben değil bir başkası dokundu, iyileştirdi. Canım yanıyor mu diye kontrol ederek, incitmeden. Ben ellerim daha küçükken de yapıyordum şimdi de yapardım. Yani demek istediğim, bana nasıl bir şey gösterdiğinizi hayal bile edemezsiniz. Küçüktüm. Kendi kendime yemek bile yiyemiyordum. Ama annem bana hepsinden önce yara sarmayı öğretti. Kendisi sarmadı. Değersiz bir hayaletken,” gözlerimi Cihangir’e çevirdim. Dikkati şimdi bendeydi. “Dün gece önüme duvar olan bir adam vardı. Yaralıyken umursamadı kendine bir şey olabileceğini, benim içim değmeyeceğini de düşünmedi.”. Kaşları çatıldı. “Hiç tanımadığı birine çıkarsız, karşılıksız bir şey yapan insan görmedim ben. Ama siz yaptınız. Neden bilmiyorum. Belki ben olsam korkar ‘Başıma bir şey gelir.’ der yapmazdım. Teşekkür ederim. Kulaklarınızı kapatmadığınız, gözlerinizi kaçırmadığınız, rahatınızı feda ettiğiniz için. ” . Türkan Hanım artık ağlıyordu. Cihangir artık yenemediği hırsını, neye kime olduğunu bilmediğim öfkesini sesli soluklarla veriyordu dışarı. Elini uzattı. Şaşırma sırası bendeydi. Gözleri davetkar bakıyor, kaşlarını kaldırmış uzattığı eli tutmam için bekliyordu. Tuttum. Gözümdeki yaşları, kalbimdeki sızıyı, boğazımdaki yumruyu, yaşadıklarımı, hayallerimi, umutlarımı, öfkemi, elimdeki sıcaklığı ellerine bıraktım. Ben onun elini tuttum. Tuttuğum gibi dışarı çıkardı beni. Bisikletlerimize bindik. Nereye gidiyoruz diye sormama gerek yoktu. Bir kere gitmiş olsak da sanki yıllardır gidiyormuşçasına alıştığım, ısındığım, aklıma kazıdığım uçuruma gidiyorduk.
Uçuruma geldiğimizde rüzgar beyaz elbisemin saçlarımın arasından akıp giderken aynı cesaretle yürüdüm ucuna. Öğle güneşi üstümüzdeydi. Olduğum yeri, iki günde olduğum kişiyi düşündükçe tarifsiz bir hâl içine giriyor, çıkamıyordum. Gözlerim doluyordu ama artık ağlayacağım için bile sinirlenebilirdim. Ama üzüntüden ya da duyduğum acıdan değil. Denize bakıyor olmaktan, özgürce nefes alıyor olmaktan sıkışıyordu göğsüm. Sevinçten. Istırabın ve hüznün bendeki zirvesini gördüğümden mi bilmem artık her şeye ağlamak, gülmek, dakikalarca gülmek istiyordum. Ağlamakla gülmek arasında bir yerde sanırım güldüm. Cihangir beni uçurumun kenarından alıp oturttu tekrar yere. Sırtımızı ağaca yasladık.
Uzun oldu biz susalı. Orman içinden geçmesine müsaade ettiği rüzgarla konuşalı, dalgalar aşağıda sanki mutlu mutlu salınalı uzun oldu. Sonra her şeyimi bıraktığım elleri tuttu ellerimi. Bu sefer sadece güzel şeyleri bıraktı avuçlarıma.
“Söz Ferda. Söz veriyorum hakkını, sana yapılanın bedelini fazlalıkla alacağına, yanında olacağıma ve…”. Gözleriyle dokundu saçlarıma, gözleriyle okşadı yanağımı. “Bir daha asla yara sarmayacağına söz veriyorum.”.
》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》》《《《《《《《《《《《《《《《《《《《《
Beyaz elbisem üstümde, saçlarım o küçük huzurlu odada yastığın üzerinde. Kirpiklerim titriyor. Çok uyumuş olmalıyım. Gülümseyerek uyanıyorum. Ayaklarım acımıyor artık. Sahilde istediğim kadar oynayabilirim kumlarla. Deniz sadece deniz olduğu için kabul edecek bundan sonra beni. Yataktan doğruluyorum sevinçle ve o an fark ediyorum akşam olmak üzere olduğunu. Bu kadar uyuyabilmeme şaşırıyorum. Komodinin üzerinde beyaz bir elbise var yine. Gülümseyip giyiniyorum. Uzun siyah saçlarım birbirine girmiş, olsun. Odadan çıkınca ortalıkta kimseyi göremiyorum. Dışarıdalardır diye dışardaki masaya da bakıyorum. Orada değiller. Masanın üzerinde bir not ve kolye var. İçime karanlık bir şeyler doğuyor. Ürküyorum. Hiç istemiyorum o notu açmayı. Korkuyorum ben karanlıktan. Ama yine de oturuyorum beyaz masaya. Sokaktan insan sesleri, müzik sesleri geliyor. Kolye Cihangir’in. Ellerim titreye titreye açıyorum notu:
Ferda. Adının anlamını biliyor musun? Gelecek zaman demek, yarın demek. Adına sahip çık Ferda. Kendin olmayı öğren. Gözlerinde gördüğüm hayallerin gözlerinde kalmasın, al hayatının tam ortasına koy onları. Daha çok hayal kur, daha çok sev. Doya doya bak denize. Uçurumun kenarına fazla yaklaşma. Kolye benim. Hem yaramı onunla sardığın hem de gözlerimi açtığın beyaz fuların da bende. Lütfen sakla onu, beni. Ben de seni saklayacağım. Davana sahip çıkacağım. Sözümü tutacağım yemin ederim. Herkes hak ettiğini alır bu hayattan Ferda. Hak etmek için çabalamak gerekir küçüğüm. Beyaz bisikletinin pedallarına daha güçlü bas, daha hızlı geç o sokakları; kadınca.
-Cihangir
Cihangir, ben… Ben korkuyorum karanlıktan!

10 YIL SONRA
Radyoda keyifli bir şarkı var. Direksiyonu tutan ellerim ritmine ayak uyduruyor. Tıpkı on yıl önceki o küçük, kırık kızın heyecanı var üzerimde. Türkan Hanımcığım beni bekliyor otelde. “Ferda çabuk gel kuzu, sana kahvaltı hazırladım.” dedi ama Değirmen’e gelince durmadan edemiyorum. İlk tepedeyim. Aynı yerde, farklı Ferda var. Okulunu bitirmiş, üniversiteyi kazanmış, psikolog olmuş, işinde mahir, üzerindeki kumları silkelemiş bir kadın duruyor bu kez. Uzun saçlarını kesmiş, kendine güvenen duruşuyla, aldığı derslerle daha güçlü, korkmadan bakıyor denize. Yerdeki beyaz papatyalar aynı. Bir selam çakıyorum onlara da.
Arabaya binip kornalarla giriyorum Arnavut kaldırımlı, pembe çiçekli otelin sokağına. Türkan Hanım’ım kapıda bekliyor beni. Saçlarını topuz yapmış, mavilerinin etrafındaki kırışıklıklar daha belirgin. Gittikçe güzelleşen bir kadın. Koşup sarılıyorum ona. Oysa bir ay önce gelmiştim yine. Bütün varlığıyla sarılıyor bana, ben de ona. Gözleri doldu yine. Gülümseyip koluna giriyorum. Senelerdir yeri hiç değişmeyen beyaz masa yine aynı yerinde. İçeri giriyoruz. İşte denize bakan penceremiz. Gün yine doğmuş içeriye, dalga sesleri yine kulaklarımızda. Ne çok şey geçti üzerimden o masada. Ya şu duvar, şu divan… Dün gibi.
“Ferda hadi kuzum sen üstünü değiştir. Çayı getireyim ben. Sonra sana bir haberim var.”. Merak ediyorum soracağım ne haberi diye ama hemen gidiyor mutfağa. Heyecanlandığına göre yeni bir şeyler almıştır diye düşünüyorum. Odama giriyorum. Senelerdir dokunmaz Türkan Hanım bu odaya. Ben gelir giderim hep aynıdır. Hep bekler beni. İçimde tarifsiz duygularla, geçmiş günlerin yâdıyla çıkarıyorum üzerimde ceketi, gömleği. Psikolog Ferda’yı yatağımın üzerine bırakıyorum. Tenime değen metal kolye bir an ürpertiyor beni. Ah Cihangir… Bir hayal gibi sanki, hatırası olan bir hayal. Bana bıraktığı kocaman derslerden ve o yıkıntıdan dört ay sonra geldi elime mahkeme kararı. Sözünü tutmuştu yemininin üzerine. O adam beş buçuk yıl hapis cezası almıştı. İçim rahatlamıştı ama neyle ölçüşecekti beş buçuk yıl hapis? Çocukluğum, hayallerim, annem? Hangisiyle? Dolapta kanlı okul formamın yanından aldığım mavi elbiseyi üzerime geçirip çıktım odadan. Türkan Hanım her zamanki sandalyesinde oturmuş gözleri dışarda, heyecanlıydı. Merakla oturdum ben de karşısına.
“Hayırdır inşallah Türkan Hanım? Pek bir heyecanlı gördüm sizi.”
Ellerini açıp gösterdi. Gözlerim ellerine indiğinde çehremdeki tebessümün silindiğini hissedebiliyordum. Tekrar baktım yüzüne. ‘Evet.’ der gibi kırptı gözlerimi.
Denizin yanına git Ferda.
-Cihangir.
Gerçekten oydu. Onun yazısıydı. Kalbim dışarı çıkmak için göğüs kafesimi zorlarken uzun zamandır beklediğim şeyin geldiği düşüncesi, çarpıntısı kanatlandırdı beni. Beyaz bisikletim kapıda duvara yaslı beni bekliyordu. Pembe çiçekli sokaklardan ışık gibi geçtim ve beyaz evler yine arkamdaydı. Arada gözümün önüne gelen o Ferda içimi sıkıştırıyor, görüşümü bulanıklaştırıyordu. On yıl önce Ankara’dan uçtu o kuş güneye. Şimdiyse kanatları büyüdü, herkesi alabilir içine, herkesi sarmalayacak gücü var. İlk geldiğim sahildeyim. Denizin yanındayım. Ama o yok. Olsun gelir. Kesin gelir.
Atıyorum kendimi kumlara. Güneş kirpiklerime vuruyor. Kırmızı ojeli tırnaklarımda bu sefer kumlar. Sonra ayak sesleri duyuyorum gözlerimi açıyorum ama gelen Çakıl. Çakıl buraya, bu ütopyaya özgü biricik dostum. Üstüme atılıyor, kokluyor, elimi yalıyor. Ben de başını okşuyorum onun, öpüyorum sarılıyorum. Hasretimiz dinince sakinliyor biraz yanıma ilişiyor o da. Patilerine değen deniz köpükleri eğlendiriyor onu. Gülümseyip izlemeye devam ediyorum denizi.
Sonra…
Beyaz gömleği, uzayan saçları, bileğinde beyaz fularımla bana yaklaşıyor. Ayağa kalkıyorum. Görüntüm onu şaşırtıyor. Belli. Ela gözleri gururla, özlemle, vuslatla dolu. Denize ilk sarılışım gibi sarılıyorum ona. Anında sarıyor o da beni. Kısa siyah saçlarım yüzüne vuruyor rüzgarda. Gülümsüyorum. O da gülümsüyor. Sakallarının arasındaki gamzesi ortaya çıkıyor. Manzara gibi. En tuhafı da yüzünün hiçbir ayrıntısını unutmamış olmam. Dedim ya, dün gibi…
“Uçurumun kenarına fazla yaklaşmadım.” diyorum büyük kahverengi gözlerimle. Aynı anda duyuluyor kahkahalarımız. Ellerim bileğindeki beyaz fularında, çenesi boynuma, boynumdaki kolyeye değiyor.

Kalem ilen çizmişler

Sevduğumun kaşini

Saklasun sisler benum

Gözlerimun yaşıni

 

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.