Tanıdık Bir Yabancı

0

Uyandığı her sabahın aynılığı, değişmeyen tavrı, ışığını karanlık gecenin üstünde unutmuş hissiyatı ile bu sabahta uyandı Bayan Lee. Gün, sabahın kuşkusunu taşıyordu omzunda, içe dokunan bir yanı vardı ve aynı umutsuzluğu ile sızıyordu yatak odasına. Oysa bu sabah kuş gibi hafif hissetmişti kendini, sabahlığını üstüne geçirirken. İnce satenin teninde bıraktığı his ile kalbini güneşe sığdırmak istemişti, iri gül desenleri gibi kırmızıya çalıyordu yanakları. Elbette öyle olmamıştı bu sabah. Hislerinin aksine ne güneş camları delercesine doğmuştu ne de saten sabahlık bir kadına dokunan zarif bir beyefendi idi. Bayan Lee çıplak ayaklarını soğuk fayansa sürüyerek mutfağa doğru yöneldi. Mutfak camının önündeki henüz yeni filizlenen tomurcuk güllere baktı. Bu minik minyatür gülleri iki yıl önce gittiği şirin bir Ege kasabasından hediye almıştı kendine. Mevsim mayısın ortasına gelmesine rağmen, güneşin gizemini saklamasından olsa gerek hala tomurcuk halindeydi mayıs gülleri. Musluktan plastik bardağa doldurduğu suyu usulca güllerin dibine döktü ve hafif mırıldanarak birkaç güzel söz söyledi nar çiçeği renginde açan tomurcuklara. Siyah granit tezgâhın üzerinde duran kahve makinasının düğmesine uzandı uzun ve zarif parmakları, neredeyse kırılacak gibi gelirdi insana bu zariflik. Parmaklarının aksine çehresi ise oldukça net çizgiler ile belirlenmiş ve keskin bakışlara sahipti. Hemen sonrasında rafta duran büyük kırmızı kupaya uzanıp kahvesini doldurdu ve bir parça deniz gören minik salondaki tekli koltuğa usulca yerleşti. Havanın gri ve takım elbiseli hali ruhundaki tüm renkleri birer birer içiyor gibiydi. Yağmuru göğsünde taşıyan ve kutsal bir hazine gibi saklayan bu gri bulutlara uzun uzun baktı önce, sonrasında ise cama değen ve sakince camı öpen birkaç damlanın süzülüşüne şahit oldu. Camdan usul usul süzülen damlalar onu bir anda geçmişine ve gençliğinin trajikomik anılarına götürdü. Nasıl severdi çocukluğunda geniş bahçeli evlerinin büyük Fransız balkonlu devasa camlarında yağmur damlalarını izlemeyi. Ta ki babası geniş kapıda görüldüğünde kaçacak bir yer arayana kadar. Babası hakkında susmayı da hep bu yüzden severdi. Onu hatırlamak bir yana biyolojik bir tanımdan öteye geçirememişti. Bunun en büyük nedenlerinden biri annesine karşı tavırları olmuştu. On yedi yaşına geldiğinde evden kaçarken annesinin son bakışı canlandı bir anda camda. Uzun sürmedi bu bakış ve birkaç damlanın birbirine karışması gibi damlara karışıp eridi, aşağı doğru süzüldü. O anda son kez baktı, yabancı birinin sokağından geçişini izler gibi uzakta görülen maviye çalan denize ve damlalara. Uzunca bir süre o tekli koltuğa yığılmış halde bu manzarayı izledi Bayan Lee. Kahvesinin tortusu dudaklarına değdiğinde ise anladı ki artık koltuktan kalkma vakti gelmişti. Yatak odasına doğru ilerleyince yine soğuk zemini hissetti, aldırmadı, yatağın üzerinde duran rahat kıyafetlerini giyindi. Saçlarını gelişi güzel topladı, banyoya doğru ilerleyip aynadaki yansımasına baktı. Biraz solgun gibi görünüyordu ama umursamadı, dişlerini özenle fırçalayıp musluğu kapattı. Loş koridordan geçip portmantoda asılı hâkî yeşil yağmurluğunu üzerine geçirdi ve küçük kâsenin içinde duran deniz kabuğu takılı anahtarını cebine attı. Çevik bir hareket ile spor ayakkabılarını giyip sakinlikle kapıyı çekti. Ritüel halini almış sabah yürüyüşleri için her şey tamamdı işte. Girişe uzanan beş basamaktan ağır ağır indi Bayan Lee. Kırka yaklaşan yaşına rağmen ince, nazik ve pürüzsüz görünen bedeni, her gün yaptığı bu sabah yürüyüşlerinin bir armağanı gibiydi. Çok uzun zaman önce başladığı bu alışkanlığını her sabah daha çok sevmişti. Bir keresinde bu yürüyüşlerinden birinde tanıştığı oldukça yaşlı beyefendiyi anımsadı. Şiir gibi konuşan, uzun boylu, yeşil gözlü ve beyaz saçlı bir beyefendiydi. Sahilden dönerken bir bankta rastlamış bir tebessüm ile selam verince adam ona ‘kuşlar uçuyor’ diye cevap vermişti. Başta ne olduğunu anlayamadığı bu cümle beyefendi ile tanışınca yerine oturmuştu. Aslında aklından biraz zoru olan bu adam elindeki şiir kitabından bir satır okumuştu. Bu minik anısı yine yüzüne tatlı bir tebessüm kondurdu Bayan Lee’nin. Kapüşonunu başına geçirirken sırtına değdi eli ve hafif kamburu geldi aklına. Çocukluğundan kalma bir alışkanlık ile hep dik durmak yerine öne doğru eğilerek oturmayı, yazmayı, kitap okumayı alışkanlık edinmişti. İşte şimdi bu duruş bozukluğunun bir anısı gibi sırtında taşıyordu o hafif kamburunu. Evin sokağından ağır adımları ile iki yanı göğe doğru uzanan ağaçlarla sıralı yola çıktı. Yol gözünde cennete uzanan bir ırmak gibi akıyordu. Doğa her zaman cömert olmuş ve yeşilin tonlarını bu güzel yola hediye etmişti. Yolun kenarında sonbahardan kalma kuru yapraklar hafif rüzgârda sesler çıkarırken, dallardaki yeni yeşillenen yapraklar ise adeta o hafif esintide dans ediyor gibi geliyordu Bayan Lee’ye. Şimdi huzurlu adımları ile bu muazzam manzarayı arşınlıyordu. Çok sevdiği köprülü viraja vardığında derin bir nefes alıp nehrin suyuna bir bakış attı. Çağlayarak akan bu nehir her zaman ona huzur verirdi. Bilirdi serin suları nice acıyı alıp yıkardı. Kar beyaz yapıp bir kıyıya ulaştırırdı. Bu derin nefesten sonra yoluna devam etti ve adımlarını hızlandırdı. İşte sabah ki hafif yağmur biraz daha insana işler hale gelmişti. Hep bu sakin ve insanı dövmeyen yağmurları sevmişti Bayan Lee. Ilık ılık insanın içine işleyen bir yanı vardı ve hüzünleri yıkıyordu şehrin kaldırımlarını yıkadığı gibi. Biraz bozuk, asfalt yoldan toprak yola saptı önce, nehrin bu yakasını takip ederek sahile inmek ona en iyi gelen şeylerden biriydi. Dört yıl önce yerleştiği bu küçük beldeyi çocukluğundan beri sahip olduğu bir oyuncak gibi sahiplenmişti. Belde de onu bir yabancı gibi karşılamak yerine dört yılda çocuğu gibi kucak açmıştı. Her yürüyüşünde yeni bir hikâye ediniyordu kendine. Yeni bir manzara yeni bir tanıdık yeni bir umut gibi yaralarını sarıyordu. Toprak yolun hafif nemli zemini henüz çamura karmadığı için şanslıydı. Nehrin kenarından akan su gibi adımları akıyor ve ruhu doğa ile iç içe geçiyordu. Yağmurun geniş yapraklı ağaçlar üzerinde bıraktığı şarkı takılıyordu ara ara kulağına. Sahile varmasına daha çok olduğunu minik köprüye vardığında anladı. Bu köprü hep insanların gelip birkaç poz çekilip sonrada arkalarını dönüp gittiği şirin bir köprüydü. Oysa onun için öyle sayılmazdı yanı başında duran banka bazen oturur ve nehirden geçen gezi teknelerindeki insanları seyreder, su kuşlarının başlarını suya daldırıp çıkarmasını izler ve köprünün altından ne sular aktı deyimini yerine getirirdi. Çünkü daima akan su hep bir gidiş hissettirirdi ona. Birinden gitmek, bir yerden gitmek, bir şeyden vazgeçmek. İşte tam olarak böyle olmuştu bir anda gitmeye karar vermiş ve çok severek başladığı tıp fakültesini ani bir karar ile bırakıp sosyal hizmetler okumuştu. Yanında kimsesi yoktu, annesi olsa daha kolay olurdu belki ama evden de bu ani kararlı tavırları ile ayrılmıştı. Geçen on yıl içerisinde çocuklara dokunmuş, yaşlıların ellerinden öpmüş, engelli olamayacak kadar güzel engelli insanlar ile başka dilde konuşmuştu. Köprüden geçip de toprak yoldan devam ederken aklına gelen onca anısı yüzüne hüzün dolu bir tebessüm bıraktı. Dudaklarının kenarında oluşan derin çizgileri daha çok hissetti. Geçmişini dolduran her şeye bir şükür gibiydi bu çizgiler ve bu yüzden yaşının getirisini değil daima hissettiği şeyleri yaşamıştı. Annesi Akdenizli bir kadın iken babası bir Yugoslav göçmeniydi. Aynı evin içerisinde daima iki değişken unsuru yaşamış ve ancak on yedi yaşına kadar dayanabilmişti. Babası diktatör bir anlayışa sahip, sert mizaçlı bir askerdi. Belki de bu kadar savaş-barış kargaşa görmese anlaşılır bir adam olabilirdi. Ama sevememişti babasını bir türlü. Çünkü askeri disiplinin bir getirisi sayılacak gibi annesine gösterdiği şiddete anca on yedi yaşına kadar dayanabilmişti. Sonrasında ise annesini bırakıp gitmenin o büyük hüznü ile yüreğinde kocaman bir taş varmış gibi hissetti her zaman. Şimdi tam da şu an bu muazzam hüzünlü hava tüm anlarını yuvalarından çıkartıp avuçlarına bırakıyordu Bayan Lee’nin. Ama bu kadar hüzün yeterli görülmeli ki sevimli bir çocuk ile karşılaştı. Bu saçları daima karışık çocuğu nerde görse tanırdı. Sahilin kalabalık olduğu sezonlarda buz gibi su satan sarı saçlarına inat esmer tenli oğlandı. Karşılaşmaları kocaman birer gülümseme oturttu ikisinin de yüzüne. Bu çocuk daima iyi gelirdi insana çünkü saf bir yüzü ve ışıl ışıl gözleri vardı. Anılarını bir yana bırakmanın mutluluğu ile sevinen Bayan Lee başını okşadı küçüğün. Küçük de ona gülen gözleri ile yağmurlu havalarının güneşi çaldığından dem vurdu. Büyümüş de küçülmüş dedikleri bu oluyordu her hal. Boyundan büyük laflar ederdi her daim bu küçük ve bu yüzden çok hoşuna giderdi Bayan Lee’nin. Bu minik sohbetin ardından sahile oldukça yaklaştığını fark etti ve adımları biraz yavaşladı. Yürüyüşün sonlanmasına az kalmış da bitmesin gibi bir çaba içine girmişti nedensiz. Aradan geçen bir adım sonrasında karşısındaki manzara işte tam olarak beklediği gibiydi. Hafif griye çalan, ara ara dalgalanan ve beyaz pamukları kıyı şeridine bırakan sessiz ve huzurlu deniz. Kıyının saçlarını öpüyor, göğün grisinden içiyor ve yeşilin tonundan bağrına sürüyordu. Ahh bu deniz daima insana iyi geliyordu. Alt dalları budanmış, yalnızca tepesinde birkaç iri yaprak bırakılmış bir palmiye ağacının kenarına yerleştirilmiş iki sandalye bir masa oturma alanına doğru ilerledi. Sandalyesini çekip denize doğru yüzünü dönerek oturdu. Uzaktan gelen garson gence bir el hareketi ile çay istediğini belirtti. Şimdi çayı gelinceye kadar sessizce ve kimsesizce bu dinginliğin tadını çıkarabilirdi. Uzun uzun, bedenini hareket ettirmeden manzaraya baktı, ona hep bir şeyler karalama hissi veren bu manzara, ruhunu gökten inen bir kanatlı araba gibi göğe taşıyordu. Neydi adı quadriga mıydı tam olarak anımsayamadı ama yine de öyle hissetti. Bir keresinde dolaştığı bir müzenin duvarında asılı fotoğrafta canlandırma olarak gördüğünü anımsadı. Tam bunları düşlerken yanına elinde çay ile garson gencin yaklaştığını gördü ve düşlerinden hızlıca sıyrıldı. Elindeki ince belli bardağı masaya bırakan genç uzaklaşırken o yeniden manzaranın sıcaklığına kapıldı tıpkı çayın dumanı gibi. Ve artık yağmur sakinliğini de bir kenara bırakmış, bulutları sırtına yükleyerek dağlara doğru yola çıkmıştı. Şimdi geride ılık bahar havası ve mis gibi bir koku bırakmıştı. Bir yandan sahilde oturmanın imkanını veren bu havaya şükür etmiş bir yandan ise yağmurun huzuru da götürecek olmasından rahatsızlık duymuştu. Tam aklından bunlar geçerken masaya bir gölgenin yaklaştığını hissetti Bayan Lee. Önce garson genç sandı oysa çayı daha yeni bırakmıştı ve bir ricası da olmamıştı. Hemen toparlanıp başını kaldırdı ve tanımadığı bir yabancının ona doğru adım attığını gördü. Biraz şaşkın biraz çekimser bir eda ile anlamaya çalışsa da yüzünü anımsayamadığı bu yabancı da kimdi? Aklına çok sevdiği yazarlardan biri olan Tolstoy’un o içten sözü geldi nedensizce. Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir… İşte bu söz gibi göz göze geldi o yabancı ile. Hafif bir baş selamı ve usul bir tebessüm ile müsaade istedi oturmak için yabancı. Tepkisiz kalan Bayan Lee, istemeyerek de olsa başını öne eğip elbette der gibi kibar davrandı. Ama hiç hoşuna gitmeyen bu durum onu oldukça huzursuz etmişti. Bu sabah yalnızlığının tadına henüz varamamışken nereden çıkmıştı bu yabancı adam. Yavaşça sandalyeyi çekerek oturdu yabancı ve gözlerini kaçırarak tekrar gülümsedi. Kırklı yaşlarda, seyrek saçlı ve yer yer beyazları bulunan, alnı açık, keskin yüz hatlarına sahip ve kehribar göz rengindeki bu adam bir an tanıdık biri gibi gelse de kesinlikle bir yabancıydı Bayan Lee için. Adam oldukça içten bir ses tonu ile ismini söyleyince daha çok şaşkın bir ifade oluştu yüzünde. Bir yabancı nereden bilebilirdi ismini? Mimikleri sert tavrını takınarak ismini nereden bildiğini sordu. Adam yine uysal bir ses tonu ile ‘beni hatırlamıyor olmanız ne kadar üzücü’ dedi. Bu sefer cidden bardağın son damlası gibi sabrının taştığını hissetti Bayan Lee. Tavrını koruyarak, ‘affedersiniz ama tanıdığım biri olmadığınızı düşünüyorum lütfen kendinizi tanıtır mısınız’ dedi. Adam daha sakin daha ılıman ve daha durağan bir ses tonu ile anlatmaya başladı.

Ben, ben tanıdık yabancı. Hüzün kokan taşra günlerinden kalma, bozkırın ortasında anılarını bıraktığın bir şehrin tanıdık yabancısı. Şimdi siz belki anımsamayacaksınız ama yaz sıcağının kavruk tenli insanlarından biri ve güneşin keskinliğini bedeninde taşıyan bir hamal. Lakin yanlış anlamayın ben ne taşrada yük taşıdım sırtımda ne de şehirde. Ben sizin gönül yükünüzü taşıdım yalnızca bunca zamanın kayıp akrep ve yelkovanında. Uzun vakitleri kısa notlar ile başlıklandırdım. Sormayın kimliğimi bilin ki tanıdık bir yabancıyım, taşra günlüklerinden kalma, hani asma bir köprü vardı da siz son anda tutmuştunuz elimi. Bilmem hatırlar mısınız ama işte ben o nehrin kıyısından sizin gönlünüze akmayı o köprünün suyunda öğrendim. Şimdi kusuruma bakmayın verdiğim rahatsızlıktan dolayı, lakin bunu anlatmaz isem yeni bir köprünün ayakları kaldırmaz bu ağır ruhumu. Çünkü artık kavuşmak vardır bu menzilin sonunda. Ve kavuşmamızın şerefine. Adam usulca kalktı masadan ve denize doğru sakin ve sonsuzca yürüdü. Bayan Lee o an anladı ki o yabancı tanıdığı taşralı yabancıydı.

Melek ÇELİK

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.