Geçenlerde okuduğum bir makalenin sonuçları, beni insanlığın tembelliği üzerine düşünmeye itti. Dünya’nın çeşitli bölgelerinde, hayatları hala daha ilkel yöntemler ile sürdürülen kabileler ile yapılan çalışmanın amacı, bu insanların gün içerisinde vakitlerini ne yaparak harcadığı yönündeydi. Evrimsel kökenlerimize en yakın koşullarda ve imkânlarla hayatını sürdüren bu insanların üzerinde yapılan çalışmalar, kendi üzerimizde düşünceler geliştirmemize yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Çalışmanın en ilginç sonucu, bu insanların günlerinin yaklaşık ¼’ünü hiçbir şey, kelimenin tam anlamı ile hiçbir şey yapmadan geçiriyor olmaları. Evrimsel biyolojinin bize canlılığa dair söylediği en temel şeylerden biri, canlıların davranışları iki temel güdüye dayanır; hayatta kalma ve üreme, yani genlerini bir sonraki nesle aktararak türün devamlılığını sağlama. İlkel kabilelerde yaşayan insanların, avlanma ve toplanma faaliyetini gerçekleştirdikten ve yeterince yiyecek depoladıktan sonra, üreme davranışını gerçekleştirmesi ile birlikte, yaşadığı kültürde ona enerjisini daha fazla harcaması konusunda harekete geçirici başka bir şey kalmıyor. Bu şekilde düşündüğümüzde, bizim bugün tembellik dediğimiz durumun o insanlar için günün çeyreğini kapsayan normal bir davranış olduğunu görmek hiç de şaşırtıcı değil aslında. Bu durum beni günümüzde biyolojik ihtiyaçları ortadan kalkmış olmasına rağmen, inançlar, ideolojiler, düşünceler, felsefeler vasıtası ile hala daha bir şeyler yapmak için enerji harcayan insan üzerine düşünmeye itiyor. İlkel yöntemler ile hayatını sürdüren kabileler ve türümüzün medeniyet dediğimiz şey öncesine ait üyeleri tarafından gayet normal olarak algılanan tembellik, günümüzde neden insanları incitici bir söylem olarak kullanılagelmiş. Bu soru hakkında sanırım bir düşüncem var, o da dilin esnekliği. Anlamları esnetebilme ve hatta yeni anmalar yaratabilme özelliği. Şu yukarıda bahsettiğim iki temel biyolojik güdü vardı hani, hayatta kalma ve üreme. Her bir inanç, her bir ideoloji, her bir felsefe, her bir düşünce bence hala bu iki ilkeyle bağdaşık şekilde hareket ediyor, yalnızca bu bağın dil tarafından biraz genişletilmiş hali ile. Öncelikle şöyle bir temel oluşturmak istiyorum. İnsan, üstün bir örüntü tanıma istemine sahip bir canlı, bu onun için hayatta kalmasının en önemli mekanizmalarından biri. Yerdeki pati izleri, uzun otlar, serinlemiş bir akşamüzeri havası bilgilerini birleştiren bir insan, yakınlarda bir yırtıcının tehlike oluşturabileceğini anlayıp, uzaklaşma davranışında bulunabilir. Mısırlılar, bir nehir ve güneşin hareketleri arasındaki bağlantıdan yola çıkarak, büyük sistemler inşa edebilirler. Bir ışık, bir delik ve karanlık oda arasındaki ilişkiye bakarak, bugünün kamera istemlerine değin uzanan bir ilişkiyi ortaya çıkarabilir. Bu örüntü tanıma sitemi biz insanlarda o kadar üst düzeyde çalışır ki, bazen nedensel olarak aralarında hiçbir bağ olamayacak kadar uzak iki durum hakkında dahi bir örüntü oluşturabilir. Savaşlarda kan dökülmesi, kanın kırmızı olması, gökyüzünde çıplak gözle görülebilen Mars’ın kırmızı olması, Mars’ın savaş tanrıları ve kan ile özdeşleştirilmesi, çok parlak olduğu dönemlerde kan döküleceği gibi. Bu üstün örüntü tanıma kabiliyetimiz, farklı inançlar geliştirmemizin de temelini oluşturuyor olabilir. Her birimiz aynı manzaraya bakarak farklı örüntüler çıkarıyor ve bunun peşinden gidiyoruz gibi duruyor. Bazen bu düşüncelerin arkasından giderek yukarıda bahsettiğim biyolojinin bize söylediği hayatta kal ve üre davranışının tam aksi yönde davranışlarda sergileyebiliyoruz. Din görevlilerine bekâreti emreden Katolik düşünce, ölümü kutsayan şehadet düşüncesi, insanın hayatın anlamsızlığı üzerinden intihar davranışına kadar sürükleyebilen nihilizm düşüncesi. Bunlar ilk bakışta biyolojik güdülerden farklı gibi görünebilirler ancak daha dikkatli bakıldığında bence aynı güdülere sahipler. Tek bir fark ile dil vasıtası ile bu biyolojik güdülerin anlamalarının genişletilmiş halini kullanıyorlar artık. Hayatı boyunca bir fikrin savunuculuğunu yapmış birisi için o fikrin hayatta kalmasını sağladı diyemez miyiz? Yeni bir fikir ortaya koymuş, bir kitap, bir makale, bir sanat eseri, bir film, herhangi bir şey ortaya çıkarmış bir insan için üremiş terimini kullanabilir miyiz acaba? Üremek dediğimiz şey genlerini bir sonraki nesle aktarmak olarak açıklanabilirse, bir yazarın aklındakileri bir kâğıda dökmesi, üremek için spermlerini saçan birine benzetilebilir. Onun zihnindekiler artık o olmasa bile yaşamaya devam edecektir. Anne babamız hayatta olmadığında bile genlerini bizim hala taşıyor olacağımız gibi. O fikri benimseyen insanlar sayesinde de hayatta kalmaya çalışacaktır. Her fikir varlığı korumak ve yayılmaya çalışmak gibi aynı biyolojide var olan hayatta kal ve üre gibi güdüler ile var olma çabası içerisinde gibi görünüyor. Hepsi de zihin ve dilin örüntü tanıma, anlam genişletme ve anlam yaratma gücü sayesinde oluyor. İşte bu bizi bugün tembellik dediğimiz şeyi incitici manada kullandıran ve tembellik yapmamamızı söyleyen şeyin temeli gibi duruyor. Oysaki şuna inanıyorum ki tembellik normaldir, anormal olan insanın farklı anlamlar ve amaçlar uğrunda istikrarlı bir şekilde eylemde bulunmasıdır.
Alperen DOĞAN
2022